Oluşturulan forum yanıtları
- YazarYazılar
-
Hakan ARI
Üye(*) Coronavirüs asisi Distemper ile birlikte yapilmamalidir.
Köpeklerimiz bizler için çok değerli. Onlarla uzun ve güzel bir ömür paylaşmayı diliyoruz. Bu uzun ve güzel ömre kavuşmanın yolu onların sağlığına gerekli özeni göstermemizden geçiyor. Distemper (D), Parvoviral (P), Hepatit (H), Adenovirus, Parainfluenza(Pİ), Bordetella bronchi septika (bronşin), Leptosipirozis (L), Coronavirus (korona), Kuduz gibi öldürücü hastalıklardan onları korumanın yegane yolu ise aşılar. Vet. Hek. Serhat Keleş Odi’nin aşı konusundaki sorularını sizler için yanıtladı.
Aşı nedir ve ne işe yarar?
Savunma sistemini bir orduya benzetirsek, aşı, orduya savaş için tatbikat yaptırmaktır. Çeşitli hastalık etkenleri zayıflatılarak, hastalık yapamayacak kabiliyete getirildikten sonra organizmaya verilir. Organizmaya bunu tanıması öğretilir. Savunma sistemi hastalığı dış yüzeyindeki proteinlerden tanımlar. Yabancı bir organizma vücuda girdiğinde onun yok edilmesi gerektiğini öğrenir. Bu şekilde bağışıklık sistemi kamçılanır.Parazit ilaçları sıklıkla aşı ile karıştırılıyor. Aşıyla karıştırılabilecek başka ilaçlar var mı?
Sadece kist aşısı olarak bilinen ama aslında kist ilacı olan bir madde var. Praziquantel içeren ilaçların hepsine kist aşısı deniyor. Bu yanlış bilgiyi düzeltmeye çalışıyoruz ama bu sefer de insanlar aşı değilse yapmaya gerek yok diye düşünüyorlar.Karma aşı nedir? Tüm karma aşılar birbirinin aynı mıdır?
Karma (kombine) aşılar bir çok farklı hastalığa karşı koruyan aşılardır. Bir aşı ile birden çok hastalığa karşı koruma sağlarlar. Böylece hayvanlara daha az rahatsızlık verilmiş olur. Tüm karma aşılar birbirinin aynı değildir. Farklı hastalıklar için 5’li, 6’lı ve 7li karma dediğimiz aşı vardır. DHPPI, DHPPI+L, DP, CPV/CV gibi farklı isimler alırlar. Örneğin kanlı ishal, gençlik hastalığı, hepatite karşı karmalar var.Kuduz aşılarının koruma süresi markadan markaya değişiyor. Örneğin Pfizer’in kuduz aşısı iki sene üst üste uygulandığında üç yıllık bir koruma sağlıyor diye biliyorum. Ancak Türkiye’de her yıl kuduz aşısı yapılması zorunluluğu var. Neden?
Öncelikle kuduz aşısını yapmak ve her yıl tekrarlamak kanuni bir mecburiyettir. Kuduz aşısı yapılmamış bir hayvanı sahipli de olsa belediyelerin alıp itlaf etme hakkı vardır.Hastalığın Türkiye’de görülme sıklığı farklı olduğu gibi, İngiltere, ABD gibi ülkelerde kuduz virüsünün hastalık yapma kabiliyetleri de farklıdır. Bizde çok güçlüdür çünkü virüs devamlı yaşam çemberi içerisinde dolaşıyor, aktif haldedir. Bizde virüsün hastalık yapma kabiliyeti çok yüksek olduğundan her yıl yapılması zorunlu hale getirilmiştir.
Aşılamada dikkat edilmesi gerekenler
Aşı öncesinde nelere dikkat edilmeli?
Aşılanacak hayvanın 8 haftalığı geçmiş olması şarttır. Çünkü aşılı hayvanlardan doğan yavrularda anneden gelen antikorlar vücudu bir süre korur. Eğer siz bu 8 haftanın öncesinde aşı yaparsanız annedeki antikorlarla aşı birbirini nötralize eder. Yani iyilik değil kötülük yapmış olursunuz. Bunun için doğumdan 8 hafta sonra hayvanın kanındaki antikor oranı sıfıra yaklaşmaya başlayınca aşılamaya başlanmalıdır.Hasta olmayacak, benzete olarak, savaşta olan bir orduya tatbikat yaptıramazsınız. Paraziti de olmayacak. Bana hayvan ilk geldiğinde parazit tedavisi yaparım. Paraziti varken aşılama yaparsanız vücudun savunma sistemi parazitle uğraştığı için aşıya gerekli tepkiyi alamazsınız. Aşının koruması %98’dir, parazitli bir hayvana yapılan aşının koruması %40-60lara düşer.
Hamilelik sırasında aşılama yapılır mı?
Hamilelikte aşılama yapmayı ben tercih etmiyorum. Hamileliğin son zamanlarında depresyon olabilir. Aşıdan çok iyi bir tepki alamazsınız, o zaman da aşı yapmak pek mantıklı değil. Onun için mümkünse doğum sonrasına ertelemek en iyisi.2 aşının üstüste uygulanmasının bir sakıncası var mıdır?
Yavru hayvanlarda yapılmasına karşıyım. Çünkü ilk aşılar savunma sistemini çok meşgul edecektir ve hayvan zayıf olacaktır. Ayrı ayrı yapılması en ideali. Ama yetişkin hayvanlarda mesela karma ve kuduz bir uygulanabilir. Ama bronşin ya da korono ile kuduzun bir uygulanmaması gerekir. Çünkü bunlar başlı başına ağır hastalıklardır.Aşılar her sene tekrarlanmalı mı?
Evet, tekrarlanmalı; kuduz, karma, bronşin ve korona köpeğinizin yaşamı boyunca her sene, senede bir defa tekrarlanmalıdır.Sizin aşı programınız nedir?
Parazit tedavisinden sonra kanlı ishal ve koronayı ortak içeren bir aşımız var, onu yaparım. Kanlı ishal ilk 1 yaşına kadarki hayvanlarda ortaya çıkabilirken korona ömür boyu kanlı ishale neden olabilmekte. Bunu yaptıktan sonra barınak hastalığı olarak da bilenen bronşin aşısı. 2. hafta karma, 3. hafta korona, 4. hafta boş geçer. 5. hafta karmanın tekrarı, sonraki haftalarda bronşinin tekrarı ve en sonunda da kuduzu yaparak bitiririm.Sokaktan yakalanıp getirilen bir hayvana ilk önce hangi aşı yapılmalıdır?
Zoonoz olduğu için, yani insana bulaşabileceği için kuduz aşısı önceliklidir. Kuduzdan sonra karma önemlidir.Aşı sonrasında komplikasyonları
Aşı sonrası komplikasyonlar nelerdir?
Pfizer tercih etmemin sebeplerinden birisi de aşı sonrası halsizlik yapmaması. Diğer aşılarda hayvan o geceyi uyuyarak geçirir. Pfizer ile daha rahat geçiriyor. Ateş çok düşük miktarda yapabilir. Aşıların içersinde zayıflatılmış, hastalık yapma ihtimali olmayan mikroorganizmalar vardır. Bunların tekrar güçlenmesini engellemek için aşıda alüminyum hidroksit olmak zorundadır. Bu madde bazen deri altından fındık büyüklüğünde modül oluşumuna neden olabilir. Fakat bu 20-25 gün içinde emilir. Bazı hayvanlarda olur. Endişelenecek bir şey yok.Aşı sonrası ateşi çıkan bir hayvanlara aspirin ya da antibiyotik verilir mi?
Bu çok yanlış. Kesinlikle verilmemesi lazım. Ateş, organizmanın bir savunma yöntemidir. Şöyle ki, hastalık yapan etkenlerin ideal üreme ısısı o organizmanın genel vücut sıcaklığıdır. Kedi ve köpeklerde bu 38-39 derecedir. Vücut bu yabancı organizmanın üremesini durdurmak için ateşini yükseltir. 40-41’e çıkarır. Siz bu ateşi düşürmekle iyilik yapmıyorsunuz, aslında kötülük yapıyorsunuz. Hem de aşıya müdahale etmiş oluyorsunuz. Zaten aşı sonrası ateşin tehlike arz edecek dereceye çıkması mümkün değil. Bu aşılar hesaplanmış, kontrol edilmiş, sağlamaları yapılmıştır. Onun için hiç müdahale etmemek gerekiyor.Köpeği aşı sonra yıkamak zararlı mıdır?
Hekim olarak hasta sahiplerini köpeklerini 3 haftadan kısa zaman aralıklarında yıkamamaları için uyarıyoruz. Eğer bir hayvanı 3 haftadan sık yıkarsanız kokmuyorsa bile kokmaya başlayacaktır. Çünkü onun derisinde belli bir yağ tabakası olmak zorunda. Siz bunu devamlı yok ettiğiniz zaman deriyi koruyor, çeşitli bakterilerin oluşması için ortam yaratmış oluyorsunuz. Bir köpeği her hafta yıkarsanız kokar.Hayvanın aşıya karşı alerjisi olabilir mi? Tespiti nasıl yapılır?
Olabilir. Aşı öncesinde tespit etmek mümkün değil. Testleri var ama maddi olarak bir yük bindirir. Rutinde uygulanmıyor bu testler. Hayvanın alerjisi varsa ilk 20 dakikada şişme görülür. Bunda en büyük risk, şişmeye bağlı olarak solunum yollarının kapanması ve hayvanın nefes alamadığı için boğulmasıdır. Böyle bir durumda hemen hekime başvururlarsa çok rahat tedavisini yapılır. Ben genelde aşı yaptıktan sonra 15-20 dakika bekletmeyi tercih ederim, iyice emin olmak için. Şimdiye kadar da başıma hiç böyle bir durum gelmedi.Aşıya rağmen bağışıklılık kazanamama gibi bir durum söz konusu mudur?
Soğuk zincirin bozulmuş olmasıyla ilgili olabilir. Yani 2-8 derece arasında saklanması gereken aşının bu derecelerde saklanmamasıyla ilgili. Aşıların koruma oranı %98tir. %2’lik bir açık hep vardır.Aşılar 2 ila 8 derece arasında saklanmak zorundadır. Bu derece yukarı da çıksa, aşağı da inse, aşı özelliğini kaybeder, sudan farkı kalmaz. Bu çok önemli bir noktadır. Pfizer’in aşılarının çok yüksek bir güvenlik ağı olduğunu biliyorum, bu nedenle ben tercihimi Pfizer’de yana kullanıyorum. Aşılar Amerika’dan uçağa kargoya verilirken hepsinin içine bir mikroçip yerleştiriliyor. Türkiye’ye geldikten sonra mikroçipler çıkarılıyor, aşılar özel bir bölmeye aktarılıyor. Mikroçipler ABD’ye gönderiliyor ve orada çözümleniyor. 10 dakikada bir ortam sıcaklığını ölçüyor. Eğer 2 ve 8 derecenin dışına çıktıysa aşılar imha ediliyor. Bir sorun yoksa dağıtımına izin veriliyor. Ayrıca diğer firmalarda dağıtım birçok kişinin elinde. Pfizer’in 2 dağıtıcısı var ve onlar da zaten veteriner hekimdir. O bakımdan da daha güvenli olduğunu düşünüyorum.
Aşı öncesi dikkat edilmesi gerekenlerden bahsetmiştik. Bunlara uyulmaması, son kullanma tarihi geçmiş aşı kullanılması gibi faktörlerde aynı riskin oluşmasına neden olur.
Bazı aşılar deri altından bazıları kas içinden yapılıyor? Bir farkı var mıdır?
Tüm aşılar iki yoldan da uygulanılabilir. Yapılan araştırmalarda en iyi sonucu elde ettiğimiz yer iki kürek kemiğinin arasıdır. Vücudun tüm savunma elemanları yassı kemiklerin içinde olur. Kürek kemikleri de bunlardan biridir. Direk üzerine aşılama yaptığınız zaman cevap çok daha iyi olur.Türkiye’de aşılama bilinci sizce nerede?
Pek yerinde değil. İnsanlar gerekli önemi vermiyorlar bu konuya. Oysa aşı programları içindeki aşılar, yüzde 98’in üzerindeki öldürücü hastalıkların aşılarıdır. Bu kadarcık bir meblağ için hayvanınızın hayatını riske etmek mantıklı değil.Bazı hayvan severler hayvan 10 yaşına geldikten sonra kuduz hariç diğer aşıların yapılmasını istemiyorlar. Siz o hayvanı 10 yaşına getirmişsiniz, bağışıklık sisteminin zayıfladığı yaşlılık döneminde aşılamayı keserseniz hemen hemen %20lik bir oran açık meydana gelir. Yüzde 20 de küçümsenecek bir rakam değildir. Her 5 hayvandan biri risk altında demektir. Böyle bir risk almaya değmez.
Köpekler ve Bagisiklik :
Köpekleri çeşitli hastalıklara karşı korumak için aşılamanın önemi yadsınamaz bir gerçektir.Ancak yanlış aşılama programı ya da uygun olmayan aşılar yavrunun kaybına neden olabilir.Bütün aşılar aynı teknik ve bileşimde olmadığından,kimisi yarardan çok zarar verebilir.Bu nedenle veteriner hekimler hayvanın sahip olduğu koşullar gözönünde bulundurularak farklı hayvanlar için değişik aşılama programları kullanabilirler.
Aşılar,hastalığa yol açan etkenin hastalık yapamayacak derecede zayıflatılması ya da bağışıklık oluşturabilecek proteinli yapıların ayrılması suretiyle oluşturulan ve antijen duen bir bileşim içerirler.Antijenler hayvanın vücuduna çeşitli yollarla (burun damlası,deri altı,kas içi enjeksiyon)verilerek,hayvanın bununla mücadelesi sağlanır.Mücadele sonunda galip gelen hayvana ardışık olarak (tekrarlı) antijen verilerek bir nevi hayvan asıl mikroba karşı silahlandırılır.
Yavru köpeklere yapılan aşıların karnelerine yapıştırılan etiketlerinde DHPLPICR gibi simgeler görürsünüz.Bunlar antijeni verilen hastalığın başharflerinden oluşmaktadır ve antijenin bulunduğunu ifade etmek için kullanılırlar.
D – Distemper(Gençlik Hastaligi)
H – Viral hepatitis (Karaciger iltihabi);
L – Leptospirosiz (Sarilik yapan mikrop);
Pi – Parainfluenza (Üst solunum yolu hastaligi yapan bir virüs)
P- Parvovirüs (Kanli ishal hastaligi)
C- Coronovirüs (Viral ishal)
R- Rabies (Kuduz)Unutulmaması gereken bir nokta hiç bir aşı ya da aşılama programının 100% garantili olmadığıdır.Çünkü özelikle yavrularda aşılara karşı oluşacağı bağışıklık yanıtını birçok faktör etkileyebilir ve çok karmaşık bir yapıya sahip olan bağışıklık sistemi,henüz tam anlamıyla aydınlatılmış değildir.(Yavru köpeğin aşılanmasında en önemli olgu anneden geçen antikorların varlığıdır.Antikorlar antijen dediğimiz yapılara karşı oluşturulan savunma araçlarıdır.)
Yeni doğan yavrular,eğer anneleri daha önce aşılandı ise ya da hastalığı geçirmiş ise,annelerinden plasenta yoluyla ya da süt emme suretiyle antikor denen bağışıklık maddelerini pasif olarak(kendileri üretmeden)alırlar.Böylelikle yeni doğan yavru kendi bağışıklık sistemi mikroplarla mücadele deneyimi ve gücü kazanıncaya kadar geçici bir süre annesinin antikorlarıyla kendisini savunur. Anneden alınan (matarnal)antikorlar annenin bağşıklık durumuna göre değişir ve mikrop türüne özgürdür. Yani her hastalık için seviyeleri eş değer olmayabilir.Örneğin;kanlı ishal hastalığına karşı yeterli iken gençlik hastalığına karşı yeterince koruma sağlamayabilir.Anneya ait antikorlar belirli bir süreden sonra ortadan kalkar iken,yavrunun bağışıklık sistemi gerek mikropla karşılaşma,gerekse aşılanma suretiyle gelişmeye başlar . Hayvanın hastalığa yakalanmadan evvel aşılanması ve bağışıklık elde etmesi arzulanır.Ancak anneden gelen antikorlar hayvanı hastalığa karşı olduğu gibi aşıya karşı da korur.Bu durum aşıların bağışıklık vermemesinin en önemli nedenidir.
Maternal (anneye ait) antikorların tükendiği ve yapılan aşının henüz bağışıklık oluşturamadığı dönem “pencere” olarak isimlendirilmektedir.Hayvanın hastalığa karşı bağışıklı olabilmesi için tekrarlı aşılamalar sonucu yeterli antikor seviyesine ulaştırılması ve son aşılamadan 10-12 günlük süre geçmesi gereklidir .Maternal antikorlu köpeklere aşı yapıldığında gençlik hastalığına karşı köpeklerin 95% 12 haftalık korunma sağlayabilmesine karşın,kanlı ishalde ancak 60-70 % oranında köpek aynı sürede korunabilir.Kanlı ishalde 3-4 defa aşılama sonrasındda 18-20. haftalarda yeterli korunma sağlanabilir.
Aşının türü,yani zayıflatılmış canlı-virüs yada ölü-virüs aşısı olması da önem taşır.Canlı aşılar daha çabuk ve daha uzun sürekli bağışıklık oluşturmasına karşın,normal hayvanda çoğalabilme riski taşırlar ve yan etkileri çoktur(distemper encephilitisi) gibi.Ölü aşılar daha geç bağışıklık oluşturması,yeterli bağışıklık için tekrar enjeksiyonlar gerektirmesine karşın çok daha güvenlidirler ve daha fazla tercih edilmektedirler.
Aşıların soğuk zinciri (4-8 C) bozulmadan korunmasıda bağışıklık oluşumunda önem taşır. Tekrarlı nakiller taşınma koşullarının iyi olmaması (aşırı sarsıntı) gibi nedenler ile aşılarda bozulmalar olabilir.Aşıdaki antijen miktarıda bağışıklık oluşmasında önem taşır.Bir şişe içindeki aşı antibiyotik gibi hayvanın canlı ağırlığına göre bölünerek kullanılmamalıdır. Ayrıca kas içi yapılması gereken bir aşının deri altı verilmesi aşının özelliğini yitirmesine neden olabilir.Bu gibi yanlışlıklara yer vermemek için üretcii firma önerileri dikkate alınmalıdır.Hayvanın ırkının aşının bağışıklık oluşturması ile bir ilgisi yoktur. Doberman,Rotthweiler ve English Springer Spaniel ırkı köpekler kanlı ishal ve gençlik hastalıklarına çok dayanıksız oldukları halde doğru bir aşılama programı ile yeterli korunmaya sahip olabilirler.Ölü virüs aşısının üzerinden 2 hafta geçmeden yapılan canlı virüs aşıları etkili olamaz.
Bakteriyel hastalıklar viral hastalıklara oranla daha az görülürler.Bakteriyel hastalıklara karşı hazırlanmış aşılar hem daha az etkili olur,hem bağışıklık süreleri kısadır hemde yan etkileri çoktur.
Köpeklerin Leptospirosiz,bordetelloz(çiftlik öksürüğü hastalığı) ve borreliosis (Lyme hastalığı) aşıları ticari olarak bulunmamaktadır.
Aşılama takvimi öncesi hayvanın parazitlerden arındırılması gerekir.Ayrıca aşı verilmeden önce olanaklar ölçüsünde kan tahlili yapılması (Hemogram) eğer yapılamıyorsa en azından ateşin bulunup bulunmadığı belirlenmelidir.Zira hastalığın kuluçka döneminde yapılcak aşı daha kötü sonuçlar verir.
Aşılamada Yaş Faktörü :
Yavru köpeklerin ilk aşısı ne zaman yapılmalıdır? Çoğu uzmanların bu konuda ortak olarak buluştuğu nokta aşırı baskılıyıcı T hücreleri,endojen,kortikosteroidler veya maternal antikorların interfesi nedeniyle,ilk aşılamanın en azından 4.haftadan sonra yapılmasıdır .Bu düşüncenin temel esprilerinden biri de modifiye canlı aşıların oluşturduğu ciddi yan etkilerdir. Zayıflatılmamış köpek gençlik hastalığı virüsü aşısı, 3 haftalık küçük yavru köpeklerde ensafalitise (beyin iltihabı),zayıflatılmış köpek gençlik hastalığı virüsü aşısı da kardiyomiyopatilere neden olabilmektedir. Bir araştırmada doğumdan hemen sonra aşılanan bir Labradorun yavrularında,aşılamayı takip eden 22.günde sinirsel belirtilerin görüldüğü ve bu yavrulardan 5 tanesinin öldüğü kaydedilmiştir.Bu araştırmaların sonuçları yavru köpeklerde ensafalitisin geliştiği gözlemlenmiştir.Yine Distemper aşısının yol açtığı komplikasyonlara dikkat çeken bir başka araştırmada yaşları 4 ay ile 8 yıl arasında değişen köpeklerde sinirsel belirtiler ve kısa süreli felç gözlenmiştir.Muayeneler sonucu bu köpeklerde non-supurative meningitis teşhis edilmiştir.Aşılamalar arasındaki aralıklarda oldukça çok tartışılan konulardan biridir.Aşıların 10 günden daha az aralıklarla yapılması,aşının bağışıklık sistemi üzerindeki baskılayıcı etkisi nedeniyle beklenenden daha düşük düzeyli bir bağışıklığın elde edilmesine neden olur.Deneyimli klinisyenler aşılamalar arasında 3 haftalık bir aralığı tercih ederler.Bu 3 haftalık süre maternal antikorlarla başarılı bir mücadele ve bağşıklık sistemi belleğinin de hazırlanması için uygun bir zaman aralığıdır.
Asilama serisindeki son uygulama ne zaman yapilmalidir?
Bu hastalıklara karşı değişiklik göstermektedir.Minimum yaşa göre yapılan bir düzenlemeye göre;aşılar son uygulamaları,Köpek gençlik hastalığı Distemper için 12-14.haftalarda.Bulaşıcı karaciğer hastalığı ” Infekiıous Canine Hepatitis” için 12.haftada,Kanlı ishal “Parvovirüs” aşısı için 16-18.haftalarda yapılmalıdır.
Yavru köpeklerin aşılanmsı için rasyonel bir opsiyon yoktur.Ne zaman ve ne kadar sıklıkla aşılamanın gerekli olduğu en çok sorulan sorulardandır .Bu konuda yapılan çalışmaalrın sonuçlarına göre genellikle 14-28 günlük aralıklar önerilmektedir.Ayrıca maternal antikorlarla rekabetten kaçınmak için 6 haftalıktan erken yaşta aşılamanın başlamaması gerektiğine dikkat çekilmektedir .Modifiye canlı ve canlı aşılar,doğal olarak enfeksiyon yapma yeteneği (virülens) ve aşılamadan sonra virulensin yeniden kazanılması gibi yan etkilere sahip olan muhtemel biyolojik kontaminanylardır.Ölü subunit ve rekombinat aşılar daha az ve kısa süreli bağışıklık veren aşılardır,fakat enfeksiyon riskleri bakımından daha güvenlidirler.
Özet olarak yavru köpeklerin ilk aşısının 5-7. haftalarada ve bunu takip eden aşıların 21 günlük aralıklarla yapılması en uygundur.İlk karma aşı en az parvovirüs,hepatisiz ve gençlik hastalığına ait suşları içermelidir.Bunu takiben iki karma aşı daha yapılmalı ve bu karma aşılarda ilk karma aşıda bulunan suşlarla birlikte “Leptospirosiz” ve “Parainfluenza” da bulunmalıdır.Son olarak 16-22 haftalarada” Parvovirüse” karşı tek bir aşılama daha yapılmalıdır.Karma aşı programı tamamlandıktan sonra 3-4.aylarda kuduz aşısı yapılmalıdır.Karma ve kuduz aşıları yılda bir kez tekrar edilmelidir.Köpek öksürüğüne karşı yapılacak aşılamaların başlangıcı için,sütten kesme dönemi 6-8.haftalar veya 1.8kg canlı ağırlık esas alınır.Bu aşının 6-12 aylık aralıklarla tekrar edilmesi tavsiye edilmektedir.
Hakan ARI
ÜyeAkupunktur 5000 yıla yakın bir süredir gerek insan gerekse hayvanların tedavisinde başarıyla kullanılmaktadır. Dünya nüfusunun 1/4 ünün bu tedavi yöntemini de seçtiği bir gerçektir. Akupunktur vücuttaki özel noktalara iğnelerin batırılarak o noktadaki sinirlerin uyarılmasıyla yapılmaktadır. Bu özel noktalar vücutta biyokimyasal ve fizyolojik reaksiyonları arttırabilecek yeteneğe sahiptirler. Akupunktur her derde deva değildir. Ancak yerinde kullanıldığında akupunktur tedavilerinden çok iyi sonuçlar alınmaktadır.
Akupunktur noktaları vücuttaki diğer noktalara göre elektriksel direnci düşük alanlardır. Bu yüzden de nokta bulucu özel direnç ölçerler kullanılarak bu noktalar bulunabilmektedir. Akupunkturda derideki bir noktanın uyarılması ile çok uzaktaki bir organın nasıl tedavi edilebildiğine dair bir soru akla gelebiliyor. Kalp ağrısını omuzunuzda ve sol kolunuzda yayılan bir ağrıyla hissedersiniz. Aynı şekilde bir sığır da, mide problemi varsa (örneğin midede yabancı cisim) sıklıkla ağrıyı göğüs kemiği bölgesinde hisseder. Bu örneklerdeki gibi uzakta yapılan bir uyarı sinir kollarıyla ilgili organa ulaşmaktadır.
Akupunktur ilaçlı tedavi ile cerrahi müdahale arasında bir köprü gibidir. Batı ülkelerinde akupunktur genellikle ilaç tedavisinin yetersiz kaldığı yada yan etkilerinin fazla olduğu alanlarda kullanılırken; doğu ülkelerinde, özellikle Çin’de öncelikle akupunktur tedavisi seçilmektedir.
Kedi ve köpeklerde akupunktur tedavisinin kullanıldığı hastalıklar şöyle sıralanabilir:
1. Kas iskelet sistemi problemleri: Eklemlerde görülen kireçlenmeler, büyük ırk köpeklerde görülen doğmasal kalça çıkığı (kalça displazisi), disk fıtıkları (bel fıtığı), disk fıtıklarına bağlı felçler, kas erimeleri, kaslardaki ağrılar, tendo problemleri
2. Deri problemleri : Sinirsel kaynaklı derideki kaşıntılar (nörodermatitis), alerjik deri hastalıkları, sürekli yalamaya bağlı oluşan üremeler (lick granuloma hastalığı), egzema, derideki aşırı duyarlılık, nedeni belirlenemeyen bölgesel tüy dökülmeleri.
3. Sinir Sistemi Hastalıkları: Travmaya bağlı sinir hasarları, kısmi ve tam felçler, sara hastalığı (epilepsi), kalıcı tikler, idrar ve dışkı kaçırma.
4. Solunum Sistemi problemleri: Kedi ve köpeklerdeki astım ve alerjik bronşit problemleri.
5- Sindirim Sistemi Problemleri: Uzun süreli ve kontrol altına alınamayan kusma ve ishal, nedeni belirlenemeyen karın ağrıları ve mide ülserleri.
6- Jinekolojik Problemler: Yalancı gebelik, yumurtalık kistleri, adet düzensizlikleri, tekrarlayan düşükler, güç doğum, penis felci, çiftleşememe.
7- Bağışıklık Sistemi: Bağışıklık sisteminin aktive edilmesi ya da desteklenmesi gereken tüm durumlarda akupunktur kullanılabilir.
Ayrıca yarış ve konkur atlarında da akupunktur tedavisi kullanılmaktadır. Bugün akupunktur Atlarda spor hekimliğinin ayrılmaz bir parçası olarak görülmektedir.Özellikle sırt ve bel kaslarındaki ağrılar, tendo ve ekleme bağlı topallıklar, sinir travmaları, alerjik deri ve solunum sistemi problemleri, kronik burun kanamalarında başarılı bir şekilde akupunktur tedavisi kullanılmaktadır.
Etki mekanizması nedir ?
Akupunktur bilinen tüm büyük fizyolojik sistemleri etkiler. Bunu merkezi sinir sistemi aracılığıyla kas-iskelet, hormon, kalp ve dolaşım sistemlerini etkileyerek yapmaktadır.
Akupunktur noktalarının uyarılmasıyla özel etkiler ortaya çıkmaktadır. Bu etkiler
Akupunktur yapılan bölgede kan dolaşımının artması, yangının azalması,endorfin adı verilen morfin benzeri vücudun kendi doğal ağrı kesicisinin salgılanması, kas sertliğinin geçmesi, sinirlerin uyarılması, vücudun bağışıklık sisteminin uyarılması, çeşitli hormonların salınımı, beyin ve omurilikte çeşitli maddelerin salınımıdır.
1979 yılında Dünya Sağlık Teşkilatı ( WHO ), akupunkturu bir tedavi yöntemi olarak kabul etmiştir. Ancak pek çok ülke akupunkturu bu konuda uzmanlaşmış ve belli sınavlardan geçerek akupunktur diploması almış veteriner hekimlerin yapabileceği hükmünü getirmiştir.
Akupunktur uygulaması ağrılımıdır ? Kedim ya da köpeğim nasıl reaksiyon gösterir ?
Akupunktur sterilize edilmiş (mikropsuz) çok ince paslanmaz çelik iğnelerle yapılır. Çok hassas alanlarda iğnenin deriyi geçmesi sırasında çok kısa bir süreli bir acı hissedilebilir. Ancak iğne batırıldıktan sonra hasta gevşer ve tedavi boyunca yarı uyur bir durumda kalır.
Akupunktur güvenlimidir ?
Akupunkturu yapan hekim bu konuda eğitim almışsa akupunktur güvenli tedavilerden biridir. Yan etkileri çok nadirdir. Çünkü akupunktur vücudun kendi iyileşme sistemini dengeler ve dışarıdan hiç bir kimyasal madde kullanılmaz.
Akupunktur tedavileri ne kadar sıklıkta uygulanır ve tedavi ne kadar sürer ?
Tedavi süreleri , tedavi edilen hastalığa ve kullanılan akupunktur yöntemine göre 10 saniye ile 30 dakika arasında değişmektedir. Akupunktur noktalarını uyarmak elektrik, lazer, iğne, çeşitli solüsyonların enjeksiyonu ve ısı gibi yöntemlerden yararlanılır. Hasta genellikle ilk 4- 6 haftalık süre için haftada bir ya da iki kez tedaviye çağrılır. İlk 4-6 tedavi içinde olumlu bir cevap alınması beklenir. Ancak bu cevap tedavi edilen bozukluğa göre uzayıp, kısalabilmektedir.
Hakan ARI
ÜyeIrkın Davranış Üzerine Etkisi
Genetik yapı farklılıkları nedeniyle şekillenen fiziksel yapı farklılıkları, davranışta da bir takım farklılıklara neden olmuştur. Örneğin sarkık kulaklı hayvanların duyma yetenekleri azalmış, bunun yerine koklama yetenekleri daha fazla gelişmiştir. Av köpeklerine bakarsak, hemen hemen hepsinin sarkık kulaklı ve müthiş bir koku alma kapasitesine sahip olduğunu görürüz.Davranış ve özellikleri incelenirken, ırk farklılıkları muhakkak dikkate alınmalıdır. Köpek yetiştiriciliğinde, melezleme sayesinde arzu edilen özelliklerin elde edilmesinde neredeyse sınır yoktur diyebiliriz. Amaçlı yapılan suni seleksiyonla, belirli ırklarda belirli davranış biçimlerinin ortaya çıkması sağlanabilmektedir. Bu durum köpeğin taşıdığı gen çeşidinin fazla olmasına bağlıdır.
Köpeklerdeki bu yetenekten dolayı, yetiştiricilikte çok çeşitli özellikler elde edilir. Bunlar, yetiştiricinin istediği özelliklerdir ama bazen patolojik açıdan olduğu gibi, şekil açısından da sakıncalı olabilir. Örneğin, çene kemiklerinde büyüme anomalisi olan Boxer ve Pekinese gibi köpekler, birçok hayvansever tarafından seçilen ve arzu edilen köpeklerdir. Dolayısıyla bu köpek tiplerini – yetişti*ricinin istek ve arzulan doğrultusunda ortaya çıktığı için – normal veya anormal olarak nitelendirmek mümkün değildir.
Irklar üzerinde, arzu edilen özelliğin ortaya çıkartılması yönün*de genetik çalışmalar yapılmaktadır. Bu çalışmalar sayesinde ırka özgü davranış kalıpları ortaya çıkmıştır ve sonuç olarak, köpeğin psikolojisi, bu kalıplara göre değerlendirilmelidir.
Çeşitli Irklardaki Davranış Özellikleri
Amerika’da en çok yetiştirilen ve beslenen 56 ırk üzerinde yapılan bir araştırmanın sonuçları aşağıda sunulmuştur (B.L. Hart, 1985). Ülkemizde bu ırkların neredeyse hepsi bulunmakta ve gittikçe de sayılan artmaktadır. Bu nedenle profilin ülkemiz köpeklerinde de değerlendirilebileceğini söyleyebilirim.Grup 1: Genellikle yüksek aktivite (enerjik ve hareketli), dü*şük eğitilebilirlik ve orta derece agresyon sergilerler. Birkaç is*tisna dışında, bu gruptaki köpekler orta ile küçük boylular ara*sındadır: Lhasa Apso, Pomeranian, Cocker Spaniel, Boston Terrier, Pekinese, Beagle, Yorkshire Terrier, Weimaraner, Irish Setter, Pug ve Maltase.
Grup 2: Genellikle çok düşük aktivite, düşük eğitilebilirlik ve çok az agresyon sergilerler. Bu gruptaki köpekler genellikle güçlü yapılıdır ve büyüklükleri ortanın üstündedir: İngiliz Bulldog, Bloodhound, Norwegian Elkhound, Bassethound ve Bob Tail.
Grup 3: Genellikle düşük aktivite, düşük eğitilebilirlik ve yüksek agresyon sergilerler. Bu grupta nispeten iri ve güçlü kö*pekler yer alır: Samoyed, Alaskan Malamute, Siberian Husky, St. Bernard, Afgan Hound, Boxer, Chow Chow, Danua ve Dalmaçyalı.
Grup 4: Genellikle yüksek aktivite, çok yüksek eğitilebilirlik ve orta derecede agresyon sergilerler. Yapıları zayıfla orta ara*sındadır: Shetland Shepdog, Shih Tzu, Minyatür Poodle, Bichon Frise, Standart Poodle (kaniş), İngiliz Sprİnger Spaniel ve Welsh Corgi.
Grup 5: Genellikle düşük aktivite, yüksek eğitilebilirlik ve düşük agresyon sergilerler. Yapıları istisnalar dışında iri sayıla*bilir: Labrador Retriever, Vizsla, Brittany Spaniel, German Shorthair, Newfoundland, Chesapeake Bay Retriever, Keeshond, Collie, Golden Retriever, Australian Shepherd.
Grup 6: Genellikle çok düşük aktivite, çok yüksek eğitilebilirlik ve çok yüksek bir agresyon sergilerler. Yapılan iridir: Akita Inu, German Shepherd, Rotweiler ve Doberman Pinscher.
Grup 7: Genellikle yüksek aktivite, orta eğitilebilirlik ve çok yüksek agresyon sergilerler. Çoğunlukla ufak yapılıdırlar: Ca-irn Terrier, West Highland White Terrier, Chihuahua, Fox Terrier, Scottish Terrier, Dackel, Minyatür Schnauzer, Silky Terrier ve Airedale Terrier.
Cinsiyetin Davranış Üzerine Etkisi
Cinsiyete bağlı davranış özelliklerinin temelinde hormonal faali*yetler yatmaktadır. Ancak belirli bir süre sonra davranışları iyice öğrenen hayvan, hormon salgılanması azalsa bile bu davranışlarını kaybetmemektedir.Erkeklerde dişilere kıyasla daha fazla olan özellikler:
1- Oyun güdüleri
2- Tahrip hırsı
3- Bölgesel savunma agresyonu
4- Aktivite
5- Yabancı köpeklere karşı agresyon
6- Sahibiyle liderlik mücadelesiDişilerde erkeklere kıyasla daha fazla olan özellikler:
1- Eğitilebilme
2- Kişileri koruma
3- Kurtarma ve yaralılara yardımİki cinsiyet için aynı düzeyde olan özellikler;
1- Havlamak
2- Bekçilik (bazen dişilerde daha fazla olabilir)
3- UyarılabilirlikCüssenin Davranış Üzerine Etkisi
Kocaman cüsseye sahip bir Danua ile ufacık bir Minyatür Pinscher’ın yaşam tarzı ve ihtiyaçları farklıdır. Ufak cüsseli bütün evcil köpeklerin, karınlarını doyurması daha kolay olmaktadır.Büyük cüsseli köpekler, genellikle enerjik olmalarının da et*kisiyle gıda elde etmek için daha fazla çaba harcamak zorundadır. Bu nedenle, büyük köpeklerin eğitiminde ödül daha çok işe yarar. Tersine bazı ufak cüsseli köpekler çok aç bırakılmazlarsa gıdayı ödül olarak kabul etmezler. Bu nedenle iri köpeklerin ödüle dayalı eğitimleri daha kolay olmaktadır.
Hakan ARI
ÜyePitbullar dünyadaki en güçlü köpek türüdür belki de! Çünkü pitbullar, kendinden çok daha iri köpeklerle mücadele edebilir hatta onlara karşı üstünlük sağlayabilirler. 55 kiloluk bir Akita ya da Rotweiler 25 kiloluk bir Amerikan Pitbull tarafından kafa tutulması, tabi ki bu köpek sahiplerini biraz üzebilir. Fakat Pitbullar yürek, beyin ve fiziksel kabiliyetini biraraya getirebilmesi, onu diğer köpeklerden ayıran bir özelliktir.
“En güçlü” kelimesini biraz açmak gerekirse, bu terimin genelde “ağırlık çekme” yarışlarında kullanıldiği ortaya çıkar. Bu yarışmalarda iki ödül vardır. “En ağır yükü çeken” ve “vücut ağırlığına oranla en ağır yükü çeken” Ufak köpekler iri olanlara göre, her zaman vücut ağırlıklarına oranla daha fazla yük çekerler. Fakat iri köpekler her zaman en ağır yükü çekenlerdir. 60-70 kilo ağirlığındaki köpekler kayıtlara göre 2,5 tona kadar ağırlık çekebilirler.Tabi bu, yük çekme federasyonu kayıtlarındaki tekerlekli bir araba üzerinde çekilmiş en fazla yük rekordur. Bu konuda en başarili köpekler safkan yada kırma Malamut’lar, St.Bernardlar, Danua ve Mastiflerdir. Pitbullarda bu yarismalarda yerlerini kanıtlamış türlerdir, özelliklerde 17-18 kilo ağırlıgındaki ufak türler tabi ki bu, su anlama gelmesin ki Pitbullar çok güçlü köpeklerdir. Onlarla ayni klasmanda yarışıp, Pitbullari geçen birçok köpek türü vardır.
Belki bunlar özel olarak bu konu üzerinde yetistirilmişlerdir. Ama yine de dünyanın en güçlü köpeği pitbullardır demek oldukça yanlış olur. Pitbullar, Buldoglar gibi yüreklerinden ve dürtülerinden kaynaklanan, fiziksel olmayan bir güce sahiptirler. İşte esas güçlerini buradan alırlar. Atılan kurşunlar pitbullun vücudundan geri seker. Bu saçma söylentinin tartışmasını bile yapmak gereksizdir. Hiçbir yaşayan canlının derisi veya kafatası”kursun geçirmez” özellige sahip degildir.
Pitbulların öldürdüğü insan sayısı, Popülasyonuyla orantılandığında çok fazladır. Pitbullarin popülasyonu su ana kadar hiç kimse tarafindan belirlenebilmis değildir. Dolayısıyla belirlenememiş bir popülasyon hakkında böyle bir önerme yapmak yanlış olur. Belki de bu oran kayıtlı köpekler baz alınarak hesaplanmıştır. Eger sicile kayıtlı köpeklerden bahsediliyorsa Amerikan Staffordshire Terrierleri, Amerikan Kennel Club Bull Terrierleri, Amerikan Stuff’ta sicil olarak degerlendirildiğinde, popülasyon olarak fazla bir sayi teskil etmezler.
Aslinda bu olayin kökeni 1980’lerin ortalarina dayanir. O yillarda yüzlerce, hatta binlerce Pitbull UKC ve ADBA tarafindan sicile kaydedildigi halde, bir o kadari da kayitlara geçmemistir. Ayrica bir tek safkan Pitbulla en az 3-4 çiftlestirme gerçeklestirildigi düsünülürse en az su anki tahmin edilen sayilarinin 4-5 kati daha fazla sayida olduklari kesindir ve popülasyon olarak “Top Ten”de bulunacak kadar genis bir ailedir.
Hakan ARI
ÜyeYeni yavru köpeğinizin sosyalleştirme eğitimi oldukça önemli bir dönemi kapsamaktadır bu dönem içerisinde yavruya öğrettikleriniz köpeğinizin davranışlarını belirleyecektir. ileride çıkabilecek sorunların kaynağını bu eğitim devresi içinde çözerek sizinle uyum içinde olan topluma adepte olmuş ve herzaman yanınızda olan bir köpek sahibi olacaksınız.
Köpekler bizden farklı olarak dünyayı ve yeni karşılaştığı olayları burunlarını,gözlerini,kulaklarını,ağızlarını kullanarak ve kokuları ile seslerini hafızalarına kaydederek öğrenirler.Bunun için yavrunuza yeteri kadar çevreyi ve aile bireylerini keşfetmesi için zaman vermelisiniz.Köpekler bildiğiniz gibi tek başına yaşayamaz.Bir sürü topluluğu ile birlikte olur ve yaşaması için içinde bulunduğu sürünün kurallarına uyması gerekir.Şu an ise siz yavruyu ailesinden ayırarak yanınıza aldınız artık onun ailesi sizsinizYeni yavrunuzda zaten böyle düşünmektedir.Sizi insan olarak değil aynen doğası gereği bir sürü üyesi olarak görür ve atalarından ona miras kalan güdülerini kullanır.Fakat bu güdüler günümüz toplum hayatı için pek de yeni sayılmaz yavru bu hayata uyum sağlamaya çalışır fakat yavruyu kendi haline bırakır isek ve onu ileride tanışmak zorunda olduğu kavramlardan uzak tutarsak köpeğimiz korku dolu olur,rahat hareket edemez,insanlara saldırabilir,hem cinsleri ile ilişkileri zayıf olabilir,sizde bu durum için köpeğinizi suçlayıp “Küçükken çok şirindin,şimdi niye böyle yapıyorsun.Keşke seni almasaydım” gibi sözler söyleyerek ona kızabilirsiniz..Oysa şuçu yavruda değil kendinizde aramalısınız.Okulda öğretmeni tarafından çocuğa öğretilmemiş bir bilgiyi çocuğumuza sorup cevap alamaz ve bu anda küçüğe kızarsak yanlış yapmış oluruz.Çünkü kabahat küçükte değildir..İşte bütün bu ve benzeri istenmeyen olayları önlemek için adına sosyalleşme dediğimiz olguya çok önem vermeli ve hassas bir şekilde uygulamalıyız ancak bu yolla toplum içinde kabul edilir,sorunsuz bir köpek sahibi oluruz.
ANA KURAL:
Yavru köpeklerin ilk deneyimleri en güçlü ve kalıcı deneyimlerdir.Bunun için ilk deneyimlerin mutlaka pozitif yönde olması gerektiğini unutmayınız.Yavru köpeğiniz eve geldikten sonraki ilk 5(beş) hafta içindeki davranışlarınız yavrunun ömür boyu koruyacağı ana karekterini oluşturacaktır.(Köpeğiniz 8 (sekiz) haftalık iken alınmıştır.)Bu süre içerisinde yavrunun karekterini şehir ve aile ortamına uyumlu hale getiremez iseniz ileride davranışlarını değiştirmede çok zorluk çekersiniz.
AMAÇ :
Yavrunun toplum içerisinde ve şehir içerisinde karşılaşacağı aklınıza gelebilecek her türlü olay ile küçük yaşlarda tanıştırarak alışmamış olduğu durumlara adepte olması ve bu olaylar karşısında güven duygusunun kuvvetlendirilmesi.
SONUÇ:
Aşağıda açıklamalarını bulacağınız yöntemleri kullanarak yavrunun istenmeyen davranışlarını engellemek ve ileride sorunsuz veı her türlü koşula uyum sağlayan sosyal bir köpek yaratmak.Bu yol ile insanların köpek üzerindeki olumsuz düşüncelerini değiştirmek.
Burada önemli bir noktayı size tekrar hatırlatmak istiyorum:
Yavru köpek alırken çoğumuz bir aylık köpek almaktayız.Bu çok yanlış sonuçlar doğuran bir düşüncedir.
Yavru köpek mutlaka annesinin ve kardeşlerinin yanında kalması, köpek olduğunu hatırlatan kuralların ve köpek davranışlarının öğretilmesi gerekmektedir.Eğer yavruyu annesinden ve kardeşlerinden çok erken ayırır isek yavrunun temeli olmadığı için hayata adepte olmakta zorlanacak ve sorunlar ortaya çıkacaktır.Bunu önlemek için yavru köpeğinizi mutlaka 7-8 haftalık iken alınız.Bu süre içerisinde annesinin yanında minimum 4-5 hafta.Geri kalan 3 haftanın ise kardeşlerinin yanında oyun oynarak geçirdiğinden emin olunuz.
Yavru Sekiz (
haftadan önce alınır ise:
Gereğinden önce kardeşlerinin yanından ayrılır ise,yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı köpek kuralları ve kendini ifade etme bilincinden yoksun kalacağı için hemcinsleri ile olan ilişkilerinde ve hayata adepte olmada sorun çıkaracak,muhtemelen kendine güveni olmayan bir köpek olacak.
Yavru Sekiz (
haftadan sonra alınır ise:
Bu süreden sonra alınan köpek ise,eğer üretici tarafından sosyalleştirilmedi ise, insanlar ve şehir içinde karşılaşacağı durumlarda sorun çıkaracak yine topluma uyum sağlamakta zorlanaktır.
Sosyalleştirme eğitiminin önemini ve yavrunun gelişme aşamalarını öğrenebilmek için gelin aşağıdaki tabloya bir göz atalım.
Yavrunun Gelişim ve Sosyalleşme Aşamaları
Doğumdan İki (2.) haftaya kadar.
Neonatal Dönem.
Beden ısısı yaklaşık 37.C
Irkına göre değişir ama genelde şu an 110-120 gr ve bir hafta içinde iki misli olacak.Kalp atışı dakikada 200’ün üzerinde.
Yaşaması için annesine son derece bağlı,savunmasız sadece iç güdülerine göre hareket ediyor.
Annesi her 3 saatte bir 2-3ml süt ile besliyor.
Sinir sistemi ve vücut hareketleri minimum düzeyde.
Sosyal davranışları minimum düzeyde.
14.gün içerisinde neonatal dönem sona erer.
Yavrular sürünerek hareket eder.
İnsanlar ile tanıştırılarak koklamasına izin verilmeli.
Kaldığı ortam ilk hafta içinde 29-32 ikinci hafta ise 26-29 C arasında olmalı.Hava ceryanlarından korunmalı.Üçüncü Hafta İçinde.
Gözler ve kulaklar duyarlı.
Süt dişleri çıkar.
Şu an 350 gr.
Yavru çevreye cevap vermeye başlar.
Sinir sistemi faal.Yavru yürümeye başlar.
Annesine daha az bağımlı ve vücut fonksiyonlarını kontrol edebilmeye çalışır..
Kardeşleri ile iletişim kurmaya başlıyor.
Yürüyerek çevreyi keşfetmek istiyorlar.
Köpeğin davranışları gözlemlenmeye başlıyor.
Kaldığı ortam şimdi 23-26 C arasında olmalı.Dördüncü Hafta İçinde.
12-14.haftaya kadar devam edecek olan kritik sosyalleşme periyodu başladı.
Yaramazlıkları başladı.Bazıları pantolan paçalarınızı ya da eteğinizin uçlarını çekiştirme peşinde
Annesine daha az bağımlı ve kardeşleri ile ilişki içinde.
Vücut ısısı 38.C
Kalp atışı dakikada 173.
Keşfetmeye hazır.
Süt dişleri büyük çoğunlukla tamamlandı.
Yavru maması yiyebilecek durumda.
Süt emmeyi yavaş yavaş bırakıyor.
Kaldığı ortam 23.C olmalı.Beşinci Hafta İçinde.
Kardeşleri ile oynuyor,koşuyor küçük bir liderlik yarışı baş göstermiş.
İnsanlara cevap veriyor.
Çevre ile tanıştırılması son derece önemli.Altı (6.) ve Sekiz (8.) Haftalar İçinde.
Sosyalleşme için anahtar dönem.
Yavru sütten kesilmiş.
Sinir sistemi ve hareketleri gelişmiş.Artık köpek davranışları sergiliyor
Burnunu,kulağını,kuyruğunu kardeşleri ile birlikte keşfediyor.Temel kalıpları öğreniyor.
Yavru öğrenmeye ve yeni evine gitmek için hazır.
Şu an 700-800gr arasında.Oniki (12.) Hafta İçinde.
Çevreyle olan ilişkisi ve keşfetme isteği maximum düzeyde.
Bu dönemde çok dikkatli olunmalı ve yavru kesinlikle korkutulmamalı.Olumsuz davranışlar sosyalleşme becerilerinin önüne geçebilir.Onaltı (16.) Hafta İçinde.
Süt dişlerini kaybederek,yetişkin dişleri çıkmaya başladı.
Altı (6.) Ay İçerisinde.
Bebeklik dönemi sona ererek,çocukluk dönemine girdi.
Kalp atım hızı şimdi dakikada 70.
Çoğu beden sistemi yetişkin köpeğinkine eşit.SOSYALLEŞME EĞİTİME HAZIRMISINIZ.
Veterinizi ilk ziyaretinizde size,yavrunun ilk aşıları olana kadar dışarı çıkarmamanız gerektiğini bu uygulamanın yavruyu son derece önemli hastalıklardan korumak için olduğunu söylemiştir.Bu uygulama son derece doğru olmakla birlikte diğer hastalıklara yakanlanma olasılığından çok daha daha vahim başka bir hastalığıda beraberinde getirmektedir. Davranış Problemi.
Aşılama genellikle yavru köpeğinizin altı (6.) haftasından başlar, körlere rehberlik için seçilecek ve eğitilecek yavruların daha önce aşılama programına alındığı da bilinmektedir.Böylece erken yaşlarda trafiğe,insanlara,arabalara ve diğer olaylara adepte olması sağlanmaktadır.Bunun için veterineriniz ile konuşarak bir an önce sosyalleştirme eğitimine geçmek istediğinizi ve bunun için yavrunuzun sağlığı için gerekli olan programın uygulanmasını söyleyiniz.Bu davranışta bulunur iseniz yavrunuzun bir hastalık kapmasını minimum dereceye indirmiş olursunuz.Ancak sokak köpeklerinin yoğun olduğu yerler,çöp kutuları,lağım suları gibi veya veterinerinizin size söylediği bölgelerden uzak durmanızı şiddetle öneririm.Unutmayın ki henüz yavrunuza ilk aşılar uygulandı,bağışıklık sisteminin güçlenmesine bira daha zaman var.
Eğitim süresince yavrunuzun karakterine göre çok hassas davranmalısınız.Daha önce karakter testi bölümünde bu konuya değinmiştim.Bu süre içerisinde hiç bir zaman aceleci olmamalı her durumu yavrunuza kademe kademe anlatmalısınız.Eğer aceleci davranarak trafiğe alıştırmak için onu bir anda Kızılay yada Taksim’e sokarsanız durum yavru açısından hiçde iç açıcı olmayabilir.
Çok hassas davranmalısınız.
Köpeğiniz ile rahatlatıcı bir ses tonunda konuşun.Asla bağırmayın.
Yavruyu tasmasından çekiştirmeyin.
Sevdiği yiyecekleri ve oyuncaklarını yanınızda bulundurun.Sık sık oyun oynayın.
Yavrunun kafasını karıştırmayın.Bir program dahilinde eğitime devam edin.
Asla yavruyu korkutacak ani hareketlere izin vermeyin ve kalabalık,gürültülü,çok fazla köpeğin bulunduğu yerlerden uzak durun.
Yavrunun korktuğunu hissederseniz yavruya sarılın ya da kucağınıza alın ve onu rahatlatcı bir biçimde konuşun.Yavrunun eğitim süresince tanışması gereken durumlar ise,.
İnsanlar,çocuk,genç,yaşlı,üniformalı,güneş gözlüklü,şapkalı.Örneğin üzerine yağmurluk giymiş trafik polisleri,itfaiyeciler.
Araba,kamyon,motorsiklet,bisiklet,traktör,kaykay vb.
Diğer köğekler.Değişik ırk ve boylarda.
Diğer canlılar kedi,koyun.at,keçi vb.
Bu listeye sizin ekleyecekleriniz.Köpekler ile yavrunuzu tanıştırıken özellikle 14 haftasını doldurmuş olanlara dikkat edin çünkü saldırganlık gözlenebilir ve hiçbirşeyden habersiz yavru köpeğiniz birdaha diğer köpekler ile sağlıklı iletişim kurma olanağından yoksun kalabilir.Böyle durumları önlemek için daha önce tanıdığınız karakterini bildiğiniz köpekler ile tanıştırınız.Eğer böyle bir olanağınız yok ise köpek sahibinden köpeğini yedeklemesini isteyiniz ve sonra yavrunuza tanışma fırsatı veriniz.Bu tanışma anında yavrunuzun büyük köpekler ile oynamasına izin vermeyin.Yavru şu an için yalnızca kendi yaşında ve küçük veya tanıdığınız güvendiğiniz köpekler ile oynayabilir,tasmasını açmayı unutmayın,Ona kontrolünüz altında oynama fırsatı veriniz ki kendini ifade etme olanağı bulsun,bırakın koşşun oynasın,enerjisini harcasın görceksiniz ki çok memnun kalacak..
Bazı kişiler yavrunun insanlar tarafından sevilmesini istemezler aman ha siz bu insanlardan olmayın.Aşırıya kaçmamak üzere herkesin yavrunuzu sevmenize izin verin.Bu arada ani davranışlardan kaçınmalarını rica edin, korkmayın kimse bu sevimli yavruya kötü bir düşünce besleyemez.
Bu eğitim boyunca yavruyu cezalandırmayacağız,bağırmayacağız.Eğer sinirli olur isek yavruyu korkutabilir ve ileride saldırgan bir köpek olmasını sağlıyabiliriz.Bu hiç bir köpek sahibinin istemediği durumdur.Yapacağımız tek hareket yavruyu yeni durumlar ile hassas bir şekilde tanıştırmak tekrar ederek nasıl davranması gerektiğini öğretmek.Eğitim süresi ikiniz içinde çok eğlenceli geçecek.Siz çevre,insanlar ve arkadaşlarınız ile uyumlu, yıllarca birlikte olacağınız köpeğinize ilk derslerini vermenin heyacanı içinde olacak,yavrunuz ise yeni yeni durumlar ile tanışarak bu dünyayı öğrenme fırsatı yakalayacaktır.
Eğitim süresi içerisinde size yardımcı olması için yavruya adını öğretiniz.İsmi kolayca anlıyabilmesi için en fazla iki (2) heceli olmalı.Köpeklerin “a” ve “o” ile biten hecelere dahada ilgi duyduğunu belirtelim.İsmini öğretmek için ona her yemek verişinizde,sevdiğinizde,yanından ayrılırken sizi de takip etmesi için adını aynı ses tonu ile davetkar bir biçimde söyleyin.Bu süre içinde değişik isimler kullanmamaya dikkat edin.Adını kısa sürede öğrendiğini ve cevap verdiğini göreceksiniz.
Yine ileride yavrunuzu kontrol altına almanızı sağlayacak ve çağrıldığında gelmesi için sizi takip etmesini öğretmelisiniz.Bunu yaparken yavrunuzu serbest bırakın ve oununla oynayın kısa süre sonra yavrunuz farkında değil iken aksi tarafa doğru koşun ve aynı zamanda heyacanlı bir ses tonu ile adını söyleyin yavru bir an teleşa kapılacak ve sizin yanınızda olmak isteyip koşarak size doğru gelecektir.Bu arada sizde yere çömelin ve kollarınızı iki yana açarak onu kucaklayın ve bol bol sevin.Bu hareketi bir kaç defa daha aşırıya kaçmadan ve diğer günlerde de uygulayın böylece köpeğinizin ilgisinin devamlı sizde kalmasını sağlayacaksınız.Bu oyunu evinizde odadan odaya yada bahçenizde de uygulayabilirsiniz.Bua esnada köpeğiniz sizinle oyun oynarken elbiselerinizi ısırnmak isteyebilir sakın izin vermeyin.
Yavrunuzun size aşırı bağlanmasını önlemek amacı ile onu belirleyeceğiniz ve sık sık değiştireceğiniz.bazı zamanlarda yalnız bırakınız,sizi arayıp ağlamasına havlamasına cevap vermeyiniz.
Hakan ARI
ÜyeYasagın nedenleri………….
Mecliste kabul edilen Hayvanları Koruma Yasası Pitbull Terrier, Japanese Tosa gibi tehlike arz eden hayvanları üretmeyi, dışardan getirmeyi, takas veya hediye etmeyi yasaklıyor.
İlk olarak Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde, 1995 yılında TBMM’ye sevk edilen ancak görüşülemediği için daha sonraki hükümetler döneminde de yenilenen yasa, hayvan hakları konusundaki ilk düzenleme özelliğini taşıyor.
Yasa, “Hayvanların rahat yaşamalarını, hayvanlara iyi ve uygun muamele edilmesini, hayvanların acı, ıstırap ve eziyet çekmelerine karşı en iyi şekilde korunmalarını, her türlü mağduriyetlerinin önlenmesini sağlamayı” amaçlıyor.
Yasaya göre, kontrolsüz üremeyi önlemek amacıyla toplu yaşanan yerlerde beslenen ve barındırılan kedi ve köpekler sahipleri tarafından kısırlaştırılacak. Hayvanlarını yavrulatmak isteyenler, doğacak yavruları belediyece kayıt altına aldırarak bakmakla veya dağıtımını yapmakla yükümlü olacak.Bir hayvanın bakımının gerektirdiği yaygın eğitim programına katılarak sahiplenen veya ona bakan kişi, hayvanı barındırmak, hayvanın türüne ve üreme yöntemine uygun olan etolojik ihtiyaçlarını temin etmek, sağlığına dikkat etmek, insan, hayvan ve çevre sağlığı açısından gerekli tüm önlemleri almakla yükümlü olacak.
Hayvan sahipleri, hayvanlarından kaynaklanan çevre kirliliğini ve insanlara verilebilecek zarar ve rahatsızlıkları önleyici tedbirleri alacak. Hayvan sahipleri zamanında ve yeterli seviyede tedbir alınmamasından kaynaklanan zararları tazmin edecek.
HAYVANLAR HACZEDİLEMEYECEK
Ev ve süs hayvanı satan kişiler, bu hayvanların bakımı ve korunması ile ilgili olarak yerel yönetimler tarafından düzenlenen eğitim programlarına katılarak sertifika alacak.
Ticari amaç güdülmeden ev ve bahçe içinde bakılan ev ve süs hayvanları, sahiplerinin borçlarından dolayı haczedilemeyecek. Ev ve süs hayvanları ile diğer sahipli hayvanlardan, doğal yaşama ortamlarına tekrar uyum sağlayamayacak durumda olanlar terk edilemeyecek.
SAHİPSİZ YA DA GÜÇTEN DÜŞMÜŞ HAYVANLAR
Sahipsiz ya da güçten düşmüş hayvanlar Hayvan Sağlığı Zabıtası Yasası’nda öngörülen durumlar dışında öldürülemeyecek. Güçten düşmüş hayvanlar ticari ve gösteri amaçlı veya herhangi bir şekilde binicilik ve taşımacılık amacıyla çalıştırılamayacak. Bu hayvanlar en hızlı şekilde yerel yönetimlerce kurulan veya izin verilen hayvan bakımevlerine götürülecek. Kazanç sağlamamak kaydıyla bu hayvanlara sahip çıkmak isteyenlere arazi, bina ve demirbaş tahsis edilebilecek.
HAYVANLARA MÜDAHALELER
Hayvanlara tıbbi ve cerrahi müdahale sadece veteriner hekimler tarafından yapılacak. Kontrolsüz üremenin önlenmesi için hayvanlara acı vermeden kısırlaştırma müdahaleleri yapılacak.
Bir hayvan neslini yok edecek her türlü müdahaleyi yasaklayan yasa, hayvanların yaşadıkları sürece tıbbi amaçlar dışında organ veya dokularının tümü ya da bir bölümünün çıkarılıp alınamayacağını veya tahrip edilemeyeceğini de hükme bağlıyor.
Hayvanlar bilimsel olmayan teşhis, tedavi ve deneylerde kullanılamayacak
Satılırken hayvanların sağlıkları iyi, barındırıldıkları yer temiz ve sağlık şartlarına uygun olacak. Hayvanların ticari amaçla film çekimi ve reklam için kullanılması izne tabi olacak. Bir hayvan, acı, ıstırap ya da zarar görecek şekilde film çekimi, gösteri, reklam ve benzeri işler için kullanılamayacak.
Hayvanlar, doğal kapasitesini veya gücünü aşacak şekilde veya yaralanmasına, gereksiz acı çekmesine, kötü alışkanlıklara özendirilmesine neden olacak yöntemlerle eğitilemeyecek.
Hayvanlar başka bir hayvanla dövüştürülemeyecek.
HAYVANLARIN KESİMİ
Hayvanların kesilmesi, dini kuralların gerektirdiği özel koşullar dikkate alınarak, hayvanı korkutmadan, ürkütmeden, en az acı verecek şekilde, hijyenik kurallara uyularak ve usulüne uygun olarak bir anda yapılacak. hayvanların kesimini ehliyetli kişiler yapabilecek.
Dini amaçla kurban kesmek isteyenlerin kurbanlarını dini hükümlere, sağlık şartlarına, çevre temizliğine uygun olarak, hayvana en az acı verecek şekilde bir anda kesimi, kesim yerleri, ehliyetli kesim yapacak kişiler ve diğer konular Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bağlı olduğu bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle belirlenecek.
Yasal istisnalar, tıbbi ve bilimsel gerekçeler ile insan ve çevre sağlığına yönelik önemli tehditler bulunan acil durumlar dışında yavrulama, gebelik ve süt anneliği dönemlerinde hayvanlar öldürülemeyecek.
YASAKLAR
Yasayla hayvanlarla ilgili yasaklar şöyle belirlendi:
“-Hayvanlara kasıtlı olarak kötü davranmak, acımasız ve zalimce işlem yapmak, dövmek, aç ve susuz bırakmak, aşırı soğuğa ve sıcağa maruz bırakmak, bakımlarını ihmal etmek, fiziksel ve psikolojik acı çektirmek,
-Hayvanları gücünü aştığı açıkça görülen fiillere zorlamak,
-Hayvan bakımı eğitimi almamış kişilerce ev ve süs hayvanı satmak,
-Ev ve süs hayvanlarını 16 yaşından küçüklere satmak,
-Hayvanların kesin olarak öldüğü anlaşılmadan vücutlarına müdahalede bulunmak,
-Kesim hayvanları ve 4915 sayılı yasa çerçevesinde avlanmasına ve özel üretim çiftliklerinde kesim hayvanı olarak üretimine izin verilen av hayvanları ile ticarete konu yabani hayvanlar dışındaki hayvanları, et ihtiyacı amacıyla kesip ya da öldürüp piyasaya sürmek,
-Kesim için yetiştirilmiş hayvanlar dışındaki hayvanları ödül, ikramiye ya da prim olarak dağıtmak,
-Tıbbi gerekçeler hariç hayvanlara ya da onların ana karnındaki yavrularına veya havyar üretimi hariç yumurtalarına zarar verebilecek suni müdahaleler yapmak, yabancı maddeler vermek,
-Hayvanları hasta, gebelik süresinin üçte ikisini tamamlamış gebe ve yeni ana iken çalıştırmak, uygun olmayan koşullarda barındırmak,
-Hayvanlarla cinsel ilişkide bulunmak, işkence yapmak,
-Sağlık nedenleri ile gerekli olmadıkça bir hayvana zor kullanarak yem yedirmek, acı, ıstırap ya da zarar veren yiyecekler ile alkollü içki, sigara, uyuşturucu ve bunun gibi bağımlılık yayan yiyecek ve içecekler vermek,
-Pitbull Terrier, Japanese Tosa gibi tehlike arz eden hayvanları üretmek, sahiplendirilmesini, ülkemize girişini, satışını ve reklamını yapmak, takas etmek, sergilemek ve hediye etmek.”
Yasa yürürlüğe girmeden önce Türkiye’ye sokulmuş Pitbull Terrier, Japanese Tosa gibi hayvanların sahipleri, 3 ay içerisinde hayvan koruma kurullarına bildirimde bulunacak, 6 ay içinde de bu hayvanları kısırlaştıracaklar.
İL HAYVAN KORUMA KURULU
Her ilde, vali başkanlığında “il hayvan koruma kurulu” kurulacak ve kurul; belediye başkanı, il çevre ve orman müdürü, il tarım müdürü, il sağlık müdürü , il milli eğitim müdürü, il müftüsü, belediye veteriner müdürü, veteriner fakültesi temsilcisi, gönüllü kuruluşlardan iki temsilci, il veya bölge veteriner hekimler odasından bir temsilciden oluşacak.
Yasal düzenlemelere aykırı hareket edenleri uyarmak ve ilgili makamlara bildirmek üzere, hayvan koruma derneklerine üye ya da bu konuda faydalı hizmetleri bulunmuş ve Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından teklif edilecekler arasından il hayvan koruma kurullarınca seçilecek kişilere hayvan koruma gönüllüsü belgesi verilecek. Gönüllüler, hayvanları koruma amacıyla yapacakları kontrollerde yasaya aykırı hususları tespit ederek görevlilere bildirecek.
EĞİTİCİ YAYINLAR
Hayvanların korunması ve refahı amacıyla yaygın ve örgün eğitime yönelik programların yapılması, radyo ve televizyon programlarında bu konuya yer verilmesi esas olacak. TRT ile özel televizyon kanallarında ayda en az iki saat, özel radyo kanallarında en az ayda yarım saat eğitici yayınlar yapılacak. Bu yayınların yüzde 20’sinin izlenme ve dinlenme oranı en yüksek saatlerde yapılacak.
Eğitici yayın yapma yükümlülüğünü yerine getirmeyen ulusal radyo ve televizyonlara ihlal ettikleri her ay için 5 milyar lira idari para cezası verilecek.
CEZALAR
Bir hayvana çarpan ve ona zarar veren sürücü, hayvanı en yakın veteriner hekim ya da tedavi ünitesine götürecek veya götürülmesini sağlayacak.
Yasayla hayvanlara işkence yapmak, kötü davranmak, dövmek, aç bırakmak ve hayvanlarla cinsel ilişkiye girmek yasaklanıyor. Soy tüketme, işkence, cinsel ilişkide bulunma ve hayvana kötü muameleyi alışkanlık edinenlere ağır para cezaları getiriliyor. Bu cezalar 150 milyon lira ile 7.5 milyar lira arasında değişiyor.
Bu suçların tekrarı halinde para cezaları bir kat, daha fazla tekrarı halinde de üç kat artırılarak verilecek.
Hayvanların sahiplenilmesi ve bakılmasıyla ilgili yasaklara ve yükümlülüklere uyulmaması durumu, veteriner hekim, veteriner sağlık teknisyeni, hayvan koruma gönüllüsü, hayvan koruma derneği üyeleri, hayvan koruma vakfı üyeleri, hayvan toplama, gözetim altına alma, bakma ve koruma ile görevlendirilmiş kişilerce işlenirse, cezalar iki kat artırılacak.
Suç sayılan fiillerin tekrarı halinde cezalar bir kat, daha fazla tekrarı halinde ise üç kat artırılarak uygulanacak.
Hakan ARI
ÜyeÇanakkale Cephesi’nin deniz harekatı (Boğaz’ın zorlanması), kuşkusuz sıradan bir askeri harekat, ya da muharebe olayı değildir. Boğazlar, konumu ve tarihi önemi itibariyle, İstanbul Karadeniz kapısı, Çanakkale de Ege Denizi kapısı olarak, geçmişte taşıdıkları ve çağımızda taşımakta oldukları stratejik önem ve değer açısından daima birlikte mütalaa edilmiş ve edilmektedir.
Her iki boğaz, klasik ve dar çerçevede sadece Akdeniz’i Karadeniz’e, Avrupa’yı Asya’ya bağlayan su geçitleri ya da köprüler değil, Akdeniz’in öteki önemli su geçitlerinden Cebelitarık ve Süveyş kanalı ile de bütünleşerek, dünyanın büyük denizlerini (Atlas ve Hint okyanusu gibi) ve büyük kıta kara parçalarını birbirine bağlayan, daha geniş anlamdaki jeopolitik konumuyla, dünya siyaset ve iktisadiyatı üzerine olan etkilerini bu gün de korumaktadır. Bu nedenlerledir ki, Türk Boğazları, uluslararası ilişkilere yön vermede daima odak noktası olmuşlardır.
Gerçekten tarihin eski dönemlerinden beri ön planda, Avrupa ve Asya ülkeleri arasında başlamış olan ekonomik, ticari ve siyasi ilişkilerle, askeri hareketler, sürekli olarak Boğazlar bölgesinde cereyan etmiştir. Başka bir deyişle Boğazlar, dünyanın diğer parçalarında pek görülmemiş ardı arkası kesilmeyen mücadelelere sahne olmuştur.
Boğazların tarihin akışı içindeki stratejik durumu ve jeopolitik konumuyla ilgili yukarıdaki kısa açıklamaların ışığı altında, Çanakkale Muharebelerinin sonuçları üzerindeki değerlendirmeler, kuşkusuz daha bir önem ve anlam taşıyacaktır. Böylesine bir değerlendirmenin daha gerçekçi ve sağlıklı olabilmesi ise, büyük devletlerin Türk Boğazları üzerindeki ulusal emellerine kısaca da olsa, bir göz atılmasını gerektirir.
Birinci Dünya Harbi öncesinin başlıca büyük devletlerinden Almanya’nın, “Drang Nach Osten (doğuya doğru) politikası”, Rusya’nın ılık denizlere ulaşma emelleri; İngiltere’nin, “denizlere egemen olan dünyaya hakim olur” teorisine dayanarak, özellikle XIX. yüzyıldan bu yana güttüğü Rusya’nın Akdeniz’e çıkmasını engelleme siyaseti, hep Türk boğazlarında düğümlenmektedir.
Boğazların bu tartışma ***ürmez önemi konusunda Napolyon “İstanbul bir anahtardır. Istanbul’a egemen olan dünyaya hükmedecektir. Eğer Rusya, Çanakkale Boğazı’nı ele geçirecek olursa, Tulon, Napoli ve Korfu kapılarına dayanmış olacaktır” [431) demekle, Fransa’nın Boğazlar üzerindeki duyarlılığını açık seçik ortaya koymuş olmaktadır.
Rusya’nın görüşüyse, Genelkurmay Başkanı Kropatki’nin bir raporunda; XX. yüzyılda Rusya’nın en önemli işinin, Istanbul Boğazı’nı ele geçirmek olduğuna işaretle, Osmanlı Devleti’ni, Boğazı Rusya’ya bırakmaya hazırlamalı ve Almanya ile anlaşma yapmalıdır” şeklinde ifadesini bulmaktadır.
Büyük devletlerin Boğazlar üzerindeki kısaca açıklanan bu emelleri, onları kendi aralarında da gizli birtakım mücadelelere yöneltmiştir.
Nitekim, Rus Dışişleri Bakanı Sazanof, Çar tarafından da onaylanan bir raporunda; “Boğazların güçlü bir devletin eline geçmesi, tüm Güney Rusya’nın ekonomik hayatının, o devletin egemenliği altına girmesidir” demekte ve bu durumun önlenmesi için, Istanbul’un alınmasını önermektedir.
Öte yandan Kasım 1911’de Rusya’nın, Osmanlı Hükümeti’ne Boğazlar üzerindeki istekleriyle ilgili bir notasından haberdar edilen Ingiltere ve Fransa, Rus isteklerini reddetmişlerdir.
Keza Rusya’nın bu ve buna benzer çeşitli tarihlerdeki yinelenen daha birçok istek ve baskılarının birbirini izlemesi, Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nda Merkez Devletleri safına kaymasında büyük bir etken olmuştu.
Işte Boğazlar üzerindeki bu gizli çıkar çatışmalarıdır ki, Ingiliz ve Fransızlar’ı Istanbul’u almaya ve Ruslar’dan önce Karadeniz Boğazı’na el atmaya yöneltmiş ve Çanakkale Cephesi’nin açılmasında başlıca etken olmuştur.Ruslara silah ve malzeme yardımı sorunuysa, savaşın sadece görünüşteki nedenini oluşturmuştur.
Böylece büyük devletlerin Türk Boğazları üzerindeki tarihi emellerini ortaya koyarken, bu devletlerden Ingiltere’nin bu cephenin açılmasında birinci derecede aktif rol aldığını da belirtmek doğru olur.Nitekim Ingiliz Donanma Bakanı Churchill, cephenin açılmasında büyük çaba göstermiş ve etkili olmuştur.Gerçekten o, bu cephenin açılmasının baş mimari olmuş, Türklerin askeri gücünü ciddiye almamış, olayı basit ve sadece “sınırlı bir cezalandırma hareketi” olarak görmüştü. En güçlü ve modern silahlarla donatılmış zırhlılarının Boğaz’da görünüvermesiyle, Türklerin direnmekten vazgeçeceğini sanmıştı.
Kuşkusuz bu büyük bir yanılgıydı. Ingilizler, Çanakkale’deki Türk savunmasını ve askerini sadece matematiksel ölçülere vurup, onun yüksek manevi gücünü görmezlikten gelerek, büyük bir hesap hatasına düştüler ve sonunda, önce denizde, sonra da karada hiç de beklemedikleri amansız cevabı aldılar.Böylece onlar, zaferi Boğaz’da, Türk top ve mayınlarına, karada Türk süngüsüne bırakarak çekilip gittiler.
Anlaşma Devletleri’nin Çanakkale serüveni bu suretle noktalandıktan sonra, yukarıdaki açıklamaların ışığı altında, Türkiye ve uluslararası politika ve diplomasi tarihi açısından ortaya koyduğu önemli sonuçları da şöylece özetlemek mümkün olur.
alıntıdır::::….Hakan ARI
ÜyeNUSRET MAYIN GEMİSİ VE 18 MART ZAFERİ
..Çanakkale savaşları deyince akla ilk gelen ve bu savaşların simgesi olan kahraman Nusret Mayın gemisidir. 18 Mart Deniz Savaşı’nda Müttefik Donanmasını dağıtan, Müttefik Komutanlarını şaşkınlığa uğratan, Türk askerine moral, Türk Milleti’ne sevinç kaynağı olan 26 mayınla bir yazgının değişmesine sebep olan bir kahramanlık hikayesidir Nusret Mayın Gemisi.Nusret Mayın Gemisi’nin başarısı o kadar büyümüştür ki destansı özellikler katılarak menkıbe kitaplarında baş köşeyi almıştır. Çoğu kaynakta “17 Mart’ı, 18 Mart’a bağlayan gece” diye başlar Nusret’in serüveni. Bu verilen tarih doğru olmamakla birlikte, olayın dramatik yanını artırması açısından kullanılmıştır. Nusret’in kahramanlık hikayesi çok önceden başlar; Nusret Mayın Gemisi Boğaz sularına 3 Eylül 1914’te geldi.
Teoman Erbay arşivinden Nusret Mayın Gemisi
Almanya’da özel olarak inşa edilmiş bu tekne, dar alanlarda kolayca manevra yapabiliyor ve az su çektiğinden mayın alanları üzerinde güvenle dolaşabiliyordu.
Nusret Mayın Gemisi’nin künye bilgileri şöyledir :
TipiMayın Gemisiİnşa YeriAlmanyaTonajı 360THizmete Girişi1912Boyu40 mEni7,4 mÇektiği su2 mSilahları1 adet 7,5/40 Top, 2 Adet 4,7 Top, 2 mk. 5b.Sürat15 milHizmet Dışı16.06.1957Akıbeti
Müttefik donanmasının boğazlardaki tabyaları bombalamaya başlamaları (Şubat 1915) ile birlikte Mart ayına kadar geçen süre içinde, dünyanın en büyük donanması boğaz önünde toplanıyor, keşif uçuşlarıyla mayın alanları belirleniyor, mayın araştırma ve keşif gemileri boğazın içlerine kadar girip mayınları temizliyorlardı. Nusret’in mayınlarını döktüğü Karanlık Liman önündeki mayın hatları ise tamamen temizlenmişti.Uzun süreli bu temizlik çalışmalarının ardından Müttefik donanmasının boğazı geçme girişiminde bulunacağı kesinde. Bunun üzerine Müstahkem Mevkii komutanlığı daha önceden düşündüğü gibi, bir Alman subayının da teklifiyle elde kalan son 26 Mayını Karanlık Liman’a dökme kararı aldı.
Bu olayın içinde yaşayan Müstahkem Mevkii Kurmay Başkanı Selahattin Adil anılarında şöyle yazmaktadır :
“Düşman kesin saldırısının birkaç gün içinde yapılacağı belli oluyordu. Deniz işlerine bakan ve izleyen tecrübeli, sevimli, uysal bir ihtiyar olan Alman Amirali Menter Paşa’nın teklifine uyularak, geride kalan yedek mayınların atılmasına karar verilmiş ve 30 kadar mayın Nusret gemisinde hazırlanmıştı.”Böylece Müstahkem Mevkii Komutanı Cevat Paşa’nın da görevlendirilmesiyle, Yüzbaşı Tophaneli Hakkı Bey komutasındaki Nusret Mayın gemisi 7/8 Mart gece yarısından az sonra göreve çıkıyordu. Müstahkem Mevkii Mayın Grup Komutanı Yüzbaşı Hafız Nazmi (Akpınar) Bey’de Nusret Mayın Gemisi’ndeydi.
7/8 Mart gece yarısından az sonra sisli bir havada Çanakkale’den ayrılan Nusret Mayın Gemisi bütün ışıklarını söndürmüş, kıvılcım atmasın diye ocaklarını bastırmışlardır. Daha önceden dökülmüş olan mayınların arasından, Nazmi Bey’in kılavuzluğunda geçerek karanlık Liman’a doğru ilerlemeyi sürdürürler. Kıyıya paralel olarak 100’er metre aralıklarla ve suyun 4,5 metre altında 26 mayın da sessizlik içinde dökülür. Görev tamamlandığında yine aynı sessizlik ve dikkatle geriye dönen Nusret Mayın Gemisi, bir savaşın kaderini değiştirecek 26 Mayınlık imzasını bırakmıştır geride.
Ertesi günlerde, Müttefikler tarafından yeni keşif uçuşları ve mayın taramaları yapılmıştır. Her nasılsa bu 26 sürpriz mayın kendilerini saklamayı başarmıştır. Hatta Karanlık Koy’da mayın bulunmadığına dair rapor veren İngiliz Pilot, bu sürpriz mayınların başarısından bir gün sonra kurşuna dizilmiştir.
18 Mart günü yaşananlar Türk tarihinde gerçek bir zaferdir. Bu zaferde Nusret Mayın Gemisi’nin başarısı tartışılmazdır. Winston Churchill 1930’da “”Revue de Paris” dergisinde bu olayı şöyle yorumluyordu.
“Birinci Dünya Harbi’nde bu kadar insanın ölmesine harbin ağır masraflara mal olmasına, denizlerde 5,000 tane ticaret ve savaş gemisinin batmasına başlıca neden, Türkler tarafından bir gece önce atılan ve incecik bir çelik halat ucunda sallanan 26 adet mayındır.”Görüldüğü gibi Nusret Mayın Gemisi ve 18 Mart Zaferi bütünleşmiş ve bu zaferle birlikte anılan bir destana dönüşmüştür.
Nusret Mayın Gemisi 2000 yılı itibariyle hala Mersin’de bulunmakta, batmaması için vakıflar ve gönüllüler yardımı ile içindeki su boşaltılmaktadır. Belki Yavuz ve Midilli gibi jilet olmayacaktır, ama bu kaderi paylaşmamak için yardıma ihtiyacı vardır.….:::alıntıdır:::…
Hakan ARI
ÜyeHunlar, artık eskisi gibi değildiler. Akınları duraklamış, bilhassa Tanhu Tsütihoü (Chut’eho) zamanından itibaren (M.Ö. 101-96) 40 yıl devamınca, zengin güneybatı topraklarının (Tanrı dağları, Cungarya, Turfan, Yarkent, Kuça vb.) düşman istilasına uğraması ile devlet geliri azalmış, o zamana kadar Çin’den vergi ve hediye olarak sağlanan malî destek kesilmişti. İç huzursuzluk, idarecilerle başbuğların arasını açmağa yönelen kesif Çin propagandası ile gittikçe derinleşiyordu. Hun prenslerinin birbirleri ile olan anlaşmazlıkları, mücadeleyi şiddetlendirdi. İktisadî darlık ve askerî güçsüzlük karşısında, maddî yardım temin edilir düşüncesi ile, çıkar yol olarak Tanhu Hohanyeh’in (M.Ö. 58-31) Çin himayesini isteme meyli, durumu büsbütün karıştırdı. Sol Bilge eliği (Sol kanat kralı olan Çiçi (Chihchih, Tsitki), bu kardeşinin tanhuluğunu tanımadı. Mesele, Hun devlet meclisinde (Türkçesi: toy) ağır münakaşalara yol açtı. Hohanyeh’in teklifi; istiklâlin feda edilmesini “gülünç ve utanç verici” bir davranış sayan ve kendilerinden ülkenin devralındığı atalara karşı hürmetsizlik kabul eden Çiçi taraftarlarınca reddedildi. Tanhu’nun fikrinde direnmesi, Hunları ikiye ayırdı (M.Ö. 55). Devlet birliğinin parçalanması ile, Çin üzerindeki Hun tehdidi ortadan kalktığı için, Doğu Asya tarihinde bir dönüm noktası olan bu yıllarda, Hun prensleri arasında iyice alevlenen açık mücadele sonunda, rakiplerini mağlup, bu arada tanhuluk merkezini de işgal ederek Hun imparatoru durumuna yükselen Çiçi karşısında, Hohanyeh, kendine bağlı kütlelerle birlikte, desteğini sağladığı Çin’in kuzeybatı sınır bölgesine (Ordos, Pingçu) çekildi (M.Ö. 54).
Devletini güçlendirmek ve iktisadî imkanlara kavuşturmak bakımından, hakimiyetini batıya doğru yaymağı uygun gören Çiçi Tanhu, M.Ö. 51’de harekete geçti. Önce, Tanrı Dağları kuzeyi Isık Göl havalisindeki Wusun’ların mukavemetini kırdı; Tarbagatay bölgesindeki Ogurları, daha kuzeydeki Kırgızları ve İrtiş etrafındaki Tingling’leri tabiiyetine aldı. İki yıl içinde kazandığı bu başarılardan sonra, Wusun akınlarının tedirginliğinden kurtulmak isteyen Kangkü (Çu, Güney Kazakistan bozkırı, Maveraünnehir) kralının arzusu üzerine, bu devleti himaye etmek vesilesi ile Aral Gölüne kadar bütün batı bölgesini idaresi altına alarak, geniş Orta Asya Hun İmparatorluğunu ihya etti. Çiçi, hükümetinin kuzey Moğolistan’daki ağırlık merkezini de, Çu-Talas nehirleri arasına kaydırarak, orada etrafı surlarla çevrili yeni bir başkent inşa ettirdi (M.Ö. 41) ki, böylece, mevkii dolayısıyla İran, Afganistan, Hindistan, Doğu ve Orta Avrupa kıtaları bakımından, Asya tarihinin bundan sonraki gelişiminde sürekli tesiri görülecek olan Türkistan sahasına, Türk halkının iyice nüfuzunu sağlamış oluyor (Batı Hunları ve Fergana, Baktria (Belh) havalisini kendine bağladıktan sonra, Çin kaynaklarına göre, Ansi bölgesini, yani güneybatı sınırları, ta Anadolu’ya kadar uzanan Parth İmparatorluğunun kuzeydoğu kısmını zaptetmek için planlar hazırlıyordu.
Fakat Çiçi’nin hakimiyeti uzun sürmedi. Topraklan çok genişti ve Hun devleti bu bölgelerde henüz iyice yerleşmiş, idarî nizamı kurmuş, tâbi kütleler ve komşuları ile normal münasebetlerini geliştirmiş değildi. Çiçi’nin harekâtını, adım adım takip eden Çin, Wu’sun’ları, Kangkü devletini kendine çekmeği bildi ve derhal saldırıya geçti. Etraftan aldıkları yardım ve 70 bin kişi civarındaki orduları ile, baskın şeklinde, Hun topraklarına girerek süratle ilerleyen Çinliler tarafından kuşatılan, Talas ırmağı üzerindeki surlu Hun başkenti, tamamıyla tahrip edildi (M.Ö. 36). Başkentte, hayrete değer bir müdafaa yapılmış, sokaklarda kanlı savaşlar verilmiş, hatta tanhuluk sarayı içinde oda oda çarpışılmış ve Çiçi, oğlu ve hatunlar dahil, saray mensuplarından 1518 kişi, ellerinde kılıç, devletleri uğruna hayatlarını feda etmişlerdi.
Çiçi’nin batıya uzaklaşmasından sonra kendini toplayan ve Çin hükümeti ile anlaşma yaparak (M.Ö. 43), devlet meclisinin kararı ile başkentini Orhun bölgesine nakleden, fakat M.Ö. 36’dan itibaren tekrar Çin tâbiliğine giren Hohanyeh’e (ölm. M.Ö. 31) bağlı kütleler, onun evlatları tarafından bir müddet idare edildikten sonra, tekrar toparlanmağa başlamışlar ve kudretli bir devlet adamı olduğu anlaşılan Yu (Hotodzsisi) Tanhu zamanında (M.S. 18-46), Çin’e karşı istiklallerini elde ederek, doğuda Mançurya’ya, batıda Kaşgar’a kadar olan geniş bölgeyi tekrar idarelerine almağa muvaffak olmuşlardı. Fakat Yu’nun ölümünden itibaren iç anlaşmazlıklara düşmeleri ve uzun süren kıtlık yıllarının sebebiyet verdiği çok sayıda hayvan kırımı ile ülkede baş gösteren açlık, Hunları müşkül duruma soktu. Yu’nun oğlu Tanhu P’unu’ya karşı mücadele açarak, kuzeydeki Hun kabileleri arasına çekilen Pi’nin (P’unu’nun yeğeni) orada kendini tanhu ilan etmesi hadisesi (M.S. 48), Hunları tekrar ve artık bir daha birleşememek üzere ikiye ayırdı: Kuzey Hunları (Kuzey veya Dış Moğolistan’da) ve Güney Hunları (Güney veya İç Moğolistan’da).
Böylece, M. 48’de, ayrı siyasî vasıfları kesinlik kazanan iki Hun devleti arasındaki büyük fark, güneydekinin Çin tabiiyetini devam ettirmesi, Kuzey devletinin ise istiklalini daima koruması idi. Bundan başka, Güney Sibirya, Cungarya ötesine kadar Batı ve İç Asya’da iktisadî ehemmiyeti bilinen bütün şehir devletleri de, Kuzey Hun Devletinin idaresinde idi. Dolayısıyla siyasî ve askerî Çin saldırılarının ana hedefini teşkil ediyordu. Daha Hun İmparatorluğunun bölünmesi ile sonuçlanan iç mücadeleleri ustaca istismar eden Çin, Hunlara bağlı doğudaki Moğol-Tunguz karışımı Wuhuan ve Sienpi (Hsienbi) kütlelerini kışkırtmış, bunların sürekli baskıları neticesinde Hun Devleti, Doğu Moğolistan’da kontrolü kaybederken, batı bölgesinde de tahrikçi Çin siyaseti ile karşılaşmıştı. Bu sebeple, en tesirlisi Yarkent Krallığı olmak üzere, Şanşan (Loulan, Lobnor’un güneyi), Turfan vb. bölgelerdeki ayaklanmalar ile uğraşmak zorunda kalındı (46-60 yılları. Hun Devletinin buralarda, bilhassa Çin’in sömürücü tutumu ile Yarkent kralı Kien’in çok merhametsiz davranışından perişan düşen halk tarafından, kurtarıcı gibi karşılanması ve duruma hakim olduktan sonra, yeniden baskı altına aldığı Çin’i, sınır kasabalarında serbest ticarete mecbur etmesi (61-65), Çin’i tam kararlılık içinde ve doğrudan doğruya askeri harekâtla Hun Devletini çökertmek hazırlığına sevk etti. İmparator Mingti (58-75), Ç’engti (75-89) ve Hoti (89-105) devirlerinin ünlü generali Pan Ç’ao’nun yüksek kumandasında kalabalık Çin ordularının, 30 yıl süren harekâtı sonunda Kangk’ü’ye kadar (Kaçgar, Hami, Yarkent, Hoten dahil) sayısı 50’yi bulan zengin ve kervan yolu üzerinde olduğu için, iktisadî yönden önemli şehir, Çin idaresine geçti. Bilhassa 73-74, 89-90-91 yılları harekâtında ağır kayıplara uğrayan Hunlar, İç-Asya’da hakimiyetlerini kaybederken, doğuda da Sienpi’lerin hücumlarına (en şiddetlisi 89-91 arasında) maruz bulunuyorlardı. İki cephede, sürekli savaşlar vermek zorunda kalan Kuzey Hun Devleti, son tanhuların başarılı müdafaalarına rağmen, kuvvetten düştü, durum aleyhte gelişti. Hakimiyetlerini, Güney Sibirya’ya ve Cungarya’ya kadar genişletmeğe muvaffak olan Sienpi’lerin hükümdarı Tanshihhuai (aş. yk. 147-156) tarafından, nihayet saf dışı edilen Kuzey Hunlarının (ihtimal Tanhu Avitokhol zamanında) toprakları, düşman kabilelerin istilasına uğradı. Siyasî iktidarlarının zayıflamağa yüz tuttuğu tarihlerde, esasen memleketi terk etmeğe başlayan Hunlardan (büyük çapta göçler 91’de ve 155’e doğru), Kuça civarında kalan Yüepan-Yüebanlar dışındaki kalabalık kütleler, batıya çekilmişlerdi ki, bunların şimdiki Güney Kazakistan bozkırındaki soydaşlarına (Çiçi Hunları katıldıkları anlaşılmaktadır.
M. 48’den beri, Çin sınır bölgesinde yaşayan ve kuzeyden gelecek saldırılar için Çin’in ileri karakolu bir tampon devlet durumunda olan Güney Hunları da pek huzurlu değildi. Kukla tanhulara karşı, Hun kabileleri, sık sık başkaldırıyorlardı. 94, 124 ve 140 yıllarında görülen ayaklanmalar güçlükle bastırılmış, bunları 153, 158 isyanları takip etmişti. Bu senelerde Kuzey Moğolistan’ı işgal eden Sienpi’ler, güneye doğru baskılarını artırarak, Hun devleti için tehlikeli olmağa başladılar (177’den itibaren). 188’de Çin hükümetince tayin edilen tanhunun tamamen Çin’e teslim olma kararı üzerine Hunlar tarafından öldürülmesi, devleti başsız bıraktı. Kabileler, diğer tayinli iki tanhuyu da tanımadılar ve dağınık kabile hayatına döndüler. Son tanhunun, Çin başkentinde hapsedilmesi ve ülkenin 5 eyalete bölünerek Çinli askerî valilerin gözetimine verilmesi ile, Güney Hun Devleti de sona erdi (M. 216).
Bununla beraber, Sienpi baskısı yüzünden bilhassa 3. yy.’ın 2. yarısında güneye gelmek suretiyle Çin’de sayıları gittikçe artan Hunlar, Çin idaresi altında ve Çinli halk arasında, varlıklarını korumayı bildiler. Çin’de, Han sülalesi iktidarının zayıflamağa yüz tuttuğu tarihlerde (180’den itibaren) birbirleri ile mücadeleye girişen generallerin tutumu, büyük değişiklik meydana getirmiş, siyasî birliğin parçalanmasına yol açmıştı (“16 Devlet” devri). Sui hanedanının, birliği ihya ettiği 589 yılına kadar süren bu devrede Türk kütleleri, başta Tabgaç (Wei) sülalesi olmak üzere, müstakil devletler kurmuşlar ve Han iktidarının son bulması ile, M.S. 220’lerde, tekrar sahnede görünen Güney Hun kabile başbuğlarının idaresinde nüfuzlarını artırarak, zamanla hemen bütün Kuzey Çin’i Türk hakimiyetine almayı başarmışlardı. Bunu sağlayan kuvvet, yukarıda zikredilen asî generallerden biri olan Ts’ao Ts’ao’nun, savaşlarında yardımları olduğu için, Şansi bölgesine yerleştirdiği 19 Hun kabilesi idi. Kalabalık olan ve her fırsatta Çin idaresine başkaldıran (meselâ 271, 294, 296 yıllarında) bu Türk kütlesi, millî benliğini koruyor ve eski tanhu ailesi mensuplarına karşı saygı beslemeye devam ediyordu.
19 kabileden biri T-opa (Tabgaç), biri de büyük Tanhu Mo-tun ailesinin indiği Tuku veya T’uko idi. Hun Tuku (T’uko) başbuğu, eski tanhular neslinden ve Hun elig’lerinden olan Liu Yüan (Liu, bu devirde Tuku ailesine Çinlilerin verdiği addır) çetin bir hürriyet mücadelesi verdikten sonra, dikkat çekici bir siyasî kavrayışla, 500 sene önceki atalarının, eski Han sülalesi ile olan dostluklarını ve “kardeş”liklerini de ileri sürerek ve hatta kendi sülalesine “Han” adını vererek, bu Çin bölgesinde (merkez: P’ing ç’eng) Türk devletini kurmağa muvaffak oldu (304-329. 1. Chao). Çin başkenti Loyang’ı zapt etti (311). Kendisinden sonra, Çin’in öteki başkentini de ele geçiren kardeşi Liu Ts’ung’un geliştirdiği bu siyasî hakimiyet şuuru; idare, başbuğ aileleri arasında el değiştirmesine rağmen, devam etti (başlıca Hun sülaleleri: 2. Chao: 329-351, Hsia: 407-431, Kuzey Liang: 401-439 ve bunun devamı: Lou-lan krallığı, 442-460; Turfan civarında). Aynı şuur, Tsükü (Chuch’ü) Mengsün tarafından kurulmuş olan son Hun devleti “Kuzey Liang”ın 439 yılında Tabgaç hükümdarı T’aivvu’nun baskısı ile başkent Gutsang işgal edilerek yıkılması üzerine, buradan kaçıp kurtulduğu anlaşılan Türk Açına [Asena, Bozkurt] ailesinin temsil ettiği büyük Göktürk Hakanlığı’na ulaştı.
Çin sahasında Hun adı altındaki siyasî hayatları böylece tarihe karışmakla beraber, M.Ö. 1. asırda Çi-çi iktidarının yıkılması neticesinde, etrafa dağılmış olarak Sogdiana’nın (Seyhun-ötesi) doğusunda, Kafkaslar’ın kuzeyinde, hatta Dinyeper nehri civarında ve bilhassa Aral Gölünün doğu bozkırlarında varlıklarını devam ettiren Türk kütleleri, oradaki diğer Türk zümreleri ve 1. asır sonlarından 2. asrın yarısına kadar, doğudan gelen Hun kalıntıları ile çoğalmışlar ve uzunca bir müddet sakin bir hayat yaşamak suretiyle güçlerini artırmışlardır. Bunların, büyük ihtimalle iklim değişikliği yüzünden veya son yıllarda gelişen yeni bir görüşe göre, 110-350 yıllarında doğudan gelen Uar-hun baskısı karşısında batıya yöneldikleri ve sonra Avrupa Hun İmparatorluğu’nu kurdukları anlaşılmaktadır. Bu kütlelerin batıya Sibirya’ya doğru Çin sahasından uzaklaşmalarından dolayı, haklarında, 2 asır gibi uzun bir süre yazılı bilgi bulunamadığı gerekçesine dayanılarak, Hiungnularla aynı kavim sayılamayacakları yolundaki bazı iddialara rağmen, Atilla zamanında, bütün Avrupa’da Türk hakimiyetini gerçekleştirenlerin, bu Asya Hunları neslinden oldukları çeşitli vesikalarla belgelenmektedir
Hakan ARI
Üye
Türk göçlerinin doğu yönünde devam ettiği asırlarda, Çin’de kurulan Chou devletinin (M.Ö. 1050-256) Türklerle ilgisi üzerine dikkat çekilmiş, hükümdar sülalesinde Gök dini, Güneş ve yıldızların kutlu sayılması gibi inançlarla, askerî kuvvette harp arabalarının bulunması ve devletin, daha çok, Türklerle meskûn bölgede (Şensi, Batı Şansi, Kansu) kurulmuş olması, çeşitli ilim dallarından bazı bilginleri (F. Hirth, B. Karlgren, Ed. Chavannes, J. C. Anderson, R. Wilhelm, W. Eberhard vb.), bu hanedanın aslen Türk olabileceği, veyahut devlette Türk unsurunun hakim bulunduğu düşüncesine sevk etmiştir. Bununla beraber, aslında daha ziyade Türk kültürü tesiri fazla belirli bir Çin devlet ve cemiyeti gibi görünen Chou devletine ait bu faraziye kesinlik kazanıncaya kadar, Asya Türk tarihini Hunlarla başlatmak yerinde olacaktır.
Çin kaynaklarında, M.Ö. 4. asırdan itibaren, Türklerle birlikte Moğol Tunguz soyundan bazı grupların başındaki “Kuzey Barbarları Hanedanı”nı belirlemek üzere Hiungnu (Hsiungnu) diye anılan kütlenin, hangi soydan oldukları hakkında, türlü görüşler ileri sürülmüştür. Bu görüşlerde, eskiden, Çin kaynaklarının Hiungnularla ilgili olarak verdikleri örf, adet ve ekonomik faaliyetlere ait, iyi incelenmemiş bilgi dikkate alınmış, son zamanlarda ise hayli ilerleyen dil ve kültür araştırmaları, esas teşkil etmiştir. Bunlara göre, Hiungnular Türk’tür (J. De Guignes, 1757; J. Klaproth, 1825; F. Hirth, 1899; J. Marquart, 1903; P. Pelliot, 1920; 0. Franke, 1930; Gy. Nemeth, 1930; McGovern, 1939; R. Grousset, 1942; W. Eberhard, 1942; B. Szasz, 1943; L. Bazin, 1949; F. Altheim, 1953; H.V. Haussig, 1954; W. Samolin, 1958; 0. Pritsak, 1959; G. Clauson, 1960 vb.). K. Shiratori, önce Türk kabul etmiş, sonra da Moğol olduklarını söylemiştir. L. Ligetiye göre, Hiungnuların kimliğini tespit etmek müşküldür. A. V. Gabain, Türk-Moğol karışımı oldukları fikrindedir. Her ne kadar, Hiungnuların büyük imparatorluğunda, Türkler yanında Moğol, Tunguz vb. yabancı kavimlerin de yer almaları tabiî ise de, devleti kuran ve yürüten asıl unsurun Türk olduğunda şüphe yoktur. Bu devlette, aslında orman kavmi olan Moğol ve Tunguz değil, Türk bozkır kültürü hakim olup, Gök Tanrı’ya inanılıyor (aslında totemci olan Moğollara, “Tanrı” sözü, sonra Türklerden intikal etmiştir); aile, “baba hukuku” üzerine kurulu bulunuyordu.Nihayet Hiungnu devletinde idareci zümre ve hanedanın dili Türkçe idi. Siyasî ve kültürel münasebetler vesilesi ile, Çin yıllıklarında Hiungnu dilinden zapt edilen, Tanrı, kut, börü, il (el), ordu, tuğ, kılıç vb. kelimeler Türkçe olup Türk dilinin en eski yadigârlarındandır. Ve nihayet devletin sahipleri, kendilerine, Türkçe’de “kavim, halk” manasında olan “Hun” (Khun=/tü/ı diyorlardı. “Hun” adı, bir görüşe göre, M.Ö. 1. bin başlarında “Kwan, Gun”, 5. asırdan önce “Kun”, 4. ve 3. asırlarda ise “Khun” telaffuz edilmişti. Ağırlık merkezinin, Orhun-Selenga ırmaklan ve Türklerce kutlu ülke sayılan Ötüken havalisi, Orhun ırmağı üzerindeki Karakum ile Ordos bölgesi arasında bulunduğu anlaşılan Hun siyasî birliğinin kesin tarihini, M.Ö. 4. asırdan itibaren takip etmek mümkün olmaktadır. Hunlarla ilgili en eski yazılı vesika olarak, M.Ö. 318 yılında yapılan bir anlaşma zikredilmiştir. O zaman, Chou iktidarının zayıflaması sonucu meydana çıkan 14 kadar büyük derebeyliğin mücadele sahası olan Çin’de, birbirleri ile savaş halindeki bu feodal “muharip devletler”den Ch’in (Ts’in)’in gittikçe kuvvetlenmesinden endişelenen komşu beş “krallık” (derebeylik), zikredilen yılda, Hun birliği (Hiungnu) ile ittifak antlaşması yapmıştı. Hunlar, daha sonra Çin topraklarında baskıyı artırdılar. Mahallî hanedanlar, uzun müdafaa savaşları sırasında, korunmak maksadı ile, meskûn sahaları ve askerî yığınak yerlerini surlarla çeviriyorlardı. Chou’lardan iktidarı M.Ö. 256’da tamamen devralan Ch’in devletinin (Şensi’de) ünlü hükümdarı Shihhuangti (M.Ö. 247-210), kuzey taarruzlarına karşı sınırlarını büsbütün kapamak için, surların iç kısımlarını yıktırarak elde ettiği malzeme ile, dış surları birbirine bağlamak ve boş yerleri tamamlatmak sureti ile, meşhur Çin Seddi’ni (15 m. yükseklik, 9 m. genişlik, düz bir hat halinde uzunluk:1845 km.) meydana getirdi (M.Ö. 214). Böylece, Çinlilerin en tesirli korunma tedbirini aldıklarına kanaat getirdikleri bu sırada, iki mühim hadise vukua geldi: Çin’de uzun müddet dirayetli imparatorlar yetiştiren Han sülalesinin (İlk Han, M.Ö. 206-M.S. 22, İkinci Han M.S. 24-220) kurulması ve Hun devletinin başına da Mo-tun’un (veya Maotun, Mavdun; eski okunuşlar: Moduk, Meitei, Mote, Mete) geçmesi (M.Ö. 209).
Çin kaynaklarında, Hunların Tuku (=Türk?) adlı aile veya kabilesine mensup olduğu bildirilen Mo-tun (Beğtun), kendi oğlunu tahta getirmeyi tasarlayan üvey anasının teşviki ile, babası T’uman tarafından tahttan mahrum bırakılması teşebbüsü karşısında, emrindeki, demir disiplin altında yetiştirilmiş, 10 bin atlı ile katıldığı bir sürek avında Tuman’ın öldürülmesi üzerine, Hun hükümdarı ilan edilerek (M.Ö. 209-174), Hun dilinde “imparator” manasında “sonsuz genişlik, yücelik, ululuk” ifade eden ve Asya Türk devletlerinde 6 asır kadar kullanılan Tanhu (türlü okuyuşlar: Tanju, Jenuye, Şanu ve son olarak, aynı Çince işaretin bugünkü söylenişi ile Şanyü, Şany) unvanını aldı. Devletini yeniden düzenledi ve kendisini iyi tanımadıkları anlaşılan Tunghuların (doğudaki Moğol-Tunguz kabileler birliği) ısrarla toprak talepleri karşısında savaş açarak, onları perişan etti. Böylece, hakimiyetini kuzey Peçili’ye kadar genişlettikten sonra, Orta Asya’da Tanrı dağları, Kansu havalisindeki, Hind-Avrupa menşeli sanılan Yüeçileri (Yüehch’ih) mağlup etti (M.Ö. 203). O sırada, Hun devleti “Sol Bilge eligi”nin Shangku’da, “Sağ Bilge eligi”nin Shangkün’de (Şensi) ikamet ettiği tahmin edildiği bu dönemde Mo-tun, daha sonra, Çin topraklarına yöneldi, 3 yıl kadar sürdüğü anlaşılan (201-199) bu savaşlarda Mai, Taiyuan bölgelerini zapt etti. Han sülalesinin kurucusu imparator Kaoti’nin (M.Ö. 206-195) 320 bin kişilik ordusunu, Paiteng’de bozkır usulü sahte ric’at gösterisi (Turan Taktiği) ile çember içine aldı. İmparator, bozkır bölgelerinin Hun devletine terki, yiyecek ve ipek verilmesi ve yıllık vergi şartları ile kendini ve ordusunu kurtarmağa muvaffak oldu. Doğu Asya tarihinde, iki büyük devlet arasında akdedilmiş ilk milletlerarası mukavele olduğu belirtilen bu antlaşma (M.Ö. 201) gereğince, Mo-tun’un bir Çin prensesi ile de evlenmesi sonucu, Çin ile dostluk havası içinde, imparatoriçe Lü (M.Ö. 195-179) ve imparator Wenti (M.Ö. 179-157) zamanlarında da devam etmiş olan ticarî münasebetler geliştirilirken, Mo-tun, Baykal gölü kıyılarından İrtiş yatağına kadar olan bozkırları ve daha batıdaki Tingling’ler, bazı Ogur (Hochieh = 0k’ue) kollan ile meskûn araziyi, kuzey Türkistan’ı zaptetti ve oradaki Yüeçi’lerin komşusu Wusun’ları himayesine aldı. Bu suretle Büyük Hun hükümdarı, o çağda Asya kıtasında yaşayan Türk soyundan hemen bütün toplulukları, kendi idaresinde tek bayrak altında toplamış oluyordu. İmparatorluk sınırlarının, doğuda Kore’ye, kuzeyde Baykal gölü ve Ob, İrtiş, İşim nehirlerine, batıda Aral Gölüne, güneyde Çin’de Wei ırmağı – Tibet yaylası – Karakurum dağları hattına ulaştığı bu tarihlerde, Hunlara tabi olanlar arasında, Moğollar, Tibetliler, Tunguzlar ve Çinliler de vardır. Mo-tun tarafından Çin hükümetine gönderilen, M.Ö. 176 tarihli mektuptan anlaşıldığına göre, yalnız İç Asya’da Türk devletine bağlı kavim ve şehir devletçiklerinin sayısı 26 idi ve hepsi, Tanhu’nun ifadesi ile “yay geren”lerle “tek bir aile” halinde birleşmişlerdi.
Mo-tun, M.Ö. 174 yılında öldüğü zaman, sivil ve askerî teşkilatı, iç ve dış siyaseti, dini, ordusu, harp tekniği ve sanatı ile yüksek vasıflı bir cemiyet halinde, daha sonraki bütün Türk devletlerine örnek olan, tarihi kesin ilk Türk siyasî teşekkülü olan “Büyük Hun Devleti”, kudretinin zirvesinde bulunuyordu. Görüldüğü üzere bu devlet, idaresindeki kısıtlı tarım sahalarına karşılık, daha ziyade, otlağı bol, besiciliğe elverişli bozkırlar bölgesinde kurulmuştu. Ekonomisinin temeli, başta at olmak üzere, hayvan yetiştiricilik idi. Buna göre, sosyal durumu da, toprağa bağlı “köylü” kültüründeki geniş arazi sahibi Çin “gentry” tabakası ile köle sınıfından çok farklı idi. Ne malikanelere, ne de toprak kölelerine rastlanmayan Hun bölgelerinde halk, kan akrabalığı ile birbirine bağlı ailelerin meydana getirdiği sosyal ve siyasî birlikler olarak, disiplinli ve kendilerini müdafaa için daima silahlı kabileler (boylar) halinde yaşıyor ve devlet, bu kabile birliklerinin (budunlar) kendi aralarında sıkı işbirliği yapmalarından doğuyordu. Devlet, bu kuruluşu icabı ve bilhassa ordunun Mo-tun tarafından tanziminden sonra, merkezden idare edilen bir “askerî teşkilat” niteliği kazanması sebebi ile askerî karakterde idi ve gerekli şartlar (bozkırda eğitilmiş olmak, at ve silah) hazır olduğu için de fütuhata açıktı. Bu yönden de, “köylü” Çin devletinden ayrılıyordu. Çin’de esas rejim “feodalite” olduğu halde, Hun devletinde merkeziyetçilik, dikkati çekecek kadar belirli idi. Küçük memurlar ve bazı müşavirler belki Çinli idi, fakat emirlerindeki silahlı kuvvetlerle, aynı zamanda birer kumandan olan bütün yüksek görevliler ile birinci derecede sorumlu makam sahipleri, hep Hun asıldan oldukları gibi, devlet teşkilatının da (mesela, sağ-sol veya doğu-batı taksimatı vb.) Çinlilik ile hiç ilgisi yoktu. Mo-tun tarafından gerçekleştirilen ve toplulukta kabilecilik gayretlerini kırarak adeta devlete millî topluluk havasını getiren ordudaki 10’lu tertip de Türk idi. Esasen devletin millî karakterinin korunmasına dikkat edildiğine dair bazı davranışlar göze çarpıyordu: Mesela Paiteng’de, imparator idaresindeki Çin ordusunu kuşatan Mo-tun’un, Çin içlerine dalarak bozkırdan uzaklaşmasına, zevcesi ve herhalde devlet meclisi tarafından engel olunmuştu. İnanç yönünden de, ne Moğol totemciliği, ne de Çin toprak tanrıcılığı ile ilgisi bulunan, bozkır Türk Gök-Tanrı itikadındaki Hun devletinin meydana gelişinde, “Çin imparatorluğu”nun model olduğuna dair yaygın görüş, normal ölçülerdeki karşılıklı kültür tesirleri dışında, doğru sayılmamalıdır. Zira bu düşüncenin gerekçesinde ileri sürülen, “Hiungnu hükümdarının, tıpkı Çin imparatoru gibi Gök’ün (Tanrı’nın) oğlu olarak görünmek ve Çin’dekine benzer saray erkânına sahip olmak lüzumu”, Hun devleti için zarurî değildi. Önce, devlet, Çin topraklarında değil, “Hiungnu”lar sahasında kurulmuştu; dolayısıyla Çin meşruiyet prensiplerini, bu devlette aramakta isabet yoktur. İkincisi, Mo-tun’un “Gök’ün oğlu” diye bir unvan takındığı şüphelidir, çünkü onu tavsif eden: T’engli Koto (aynı Çince işaretin bugünkü söylenişi ile, Ch’engli kut’u) tabirindeki şimdiye kadar “oğul” manasına geldiği sanılan ikinci kelimenin “kut” (siyasî iktidar) demek olduğu anlaşılmıştır. Üçüncüsü, Çin devletinde “Gök’ün oğlu” kavramı da aslen Çin değil, Türk menşelidir. Bütün bunlardan dolayı, Mo-tun zamanında kesin şeklini aldığı görülen Büyük Hun devleti, etnik yönden ve hakimiyet anlayışı, sosyal yapısı, idarî ve askerî kuruluşları (sosyo-politik üniteler, devlet meclisi = toy, sağ sol teşkilatı, bilge elig’ler vb.) dini ve dünya görüşü ile, Türk milletinin tarih ve kültüründe feyizli etkilerini, iki bin yıl sürdüren bir ana kaynak durumundadır. Bu itibarla, Türk ve dünya tarihinde çok büyük önem taşır.
Mo-tun’un oğlu tanhu Kiok (Chiyü /Kök?/ veya Laoshang, M.Ö. 174-160), Hun İmparatorluğunun bu büyüklüğünü muhafaza etmeğe çalıştı. Yurtlarından oynattığı Yüeçilerin, Afganistan’a giderek Baktria (Belh) bölgesinde, vaktiyle İskender tarafından kurulmuş olan Grek hakimiyetine son verdikleri tarihte (M.Ö. 166), kalabalık ordusu ile Çin’e girerek, başkent Ch’angan yakınındaki imparator sarayını yakan Kiok, bu seferdeki gayesine uygun olarak, Çin ile iktisadî ilişkilerini dostane bir şekilde sürdürmek için, bir Çin prensesi ile evlendi. Şüphesiz, Çin sarayı ile devam ettirilen akrabalık, siyasî mahiyette bir davranıştan ibaretti. Fakat bu suretle ileride, Çin ile temas halindeki hemen bütün Türk devletleri bakımından kötü neticeler verecek olan bir çığır, derinleştirilmiş oldu. Çünkü hanedanlar arasındaki bu yakınlaşmalar, her zaman, Çin hile makinesinin harekete geçmesi için, fırsat teşkil etmekte idi. Hun merkezinde, Çinli prensesin himayesinden faydalanan Çin diplomat ve vazifelileri, Hun imparatorluğu topraklarında serbestçe gezip dolaşıyorlar, Türkler ve tâbi kavimler arasında kötü propaganda yapıyorlar, devleti sinsice kuvvetten düşürmeğe çalışıyorlardı. Bundan başka, ticaret malı olarak memlekete sokulup, Hun ileri gelenleri arasında revaç bulan Çin ipeği, lüks zevki yolu ile rehaveti arttırmakta idi. Kiok devrinde fazla hissedilmeyen bu menfî durumlar, onun oğlu Künçin (Chünch’en) zamanında (M.Ö. 160-126), gerçek bir huzursuzluk kaynağı olarak kendini gösterdi. Keza, Han sülalesine damat olan bu tanhu, babası ve dedesi ölçüsünde dirayetli ve asker ruhlu bir hükümdar olmadığı için, Hun iktidarında sarsıntılar belirdi. Çinlilerin, bu devirde (imparator Chingti, 157-141), sınır boylarında ufak çaptaki akınları durdurduğu görülüyordu. İlk defa, imparator Wuti (M.Ö. 141-87), kalabalık ordular teşkil ederek Hun hakimiyetinin yıkılmasını hedef tutan planlarını tatbike girişti. Propagandayı arttırdı. Gayelerinden biri de, Çin için büyük gelir kaynağı olan ipeğe, batı bölgelerinde yeni pazarlar bulmak ve İç Asya-İran üzerinden Akdeniz kıyılarına ulaşan, meşhur “İpekyolu”nu emniyet altına almaktı. Dolayısıyla, Orta ve Batı Asya’da, yabancıların kudretini kırması lâzımdı. Bilindiği gibi, aşağı yukarı M.S. 1. bin sonlarına kadar, Türk-Çin mücadelelerinin temel sebeplerinden biri, bu kervan yoluna hakimiyet meselesi olmuştur. Wuti’nin, İpekyolu üzerindeki memleket ve kavimleri öğrenmek ve Hunlara karşı onlarla işbirliği sağlamak maksadı ile batıya gönderdiği yüksek rütbeli bir asker olan Çangk’ien’in (Changch’ien), gizli vazifesini yaparken Hunlar tarafından bir süre gözaltında tutulmasına rağmen, buralarda geçirdiği uzun müddet içinde (M.Ö. 138-126) edindiği bilgiyi, temaslarını ve hükümete tavsiyelerini ihtiva eden mühim rapor, imparatoru memnun etmiş ve sonraki Çin siyaseti için başlıca rehber vazifesini görmüştür. Bu arada Çinliler, çok ehemmiyetli bir başarı daha elde etmişlerdi ki, o da, ordularını Türk usulüne göre yetiştirmeleri ve Hun silahları ile teçhiz etmeleri idi. Daha Mo-tun’dan çok önceleri, 318 andlaşması ile ilgili olup, Hunlara karşı askerî gücünü takviyeye çalışan Chao (Şansi’de) krallığında Wuling (M.Ö. 325-298) zamanında başlayıp, daha sonra, Kuzey Çin’de feodal hükümetlerin yerini alan büyük Ch’in devletinin imparatoru Shihhuangti zamanında hızla devam eden bu askerî ıslahat hareketleri, Han imparatoru Wuti’nin kumandanlarından Weits’ing ile Hun tarzında 140 bin kişilik bir süvari kuvveti çıkaran Ho K’üping tarafından, büyük başarıya ulaştırılmıştı. M.Ö. 127-117 yılları arasında, Ordos’daki Hunlara karşı kazandıkları zaferler, Hun ağırlık merkezinin, Gobi’den kuzeye, Orhun nehri bölgesine kaymasına sebep olmuştu.
Hakan ARI
ÜyeTürkçülük, Türk milliyetçiliğinin adıdır. Kelimenin sonundaki ek, yerine göre, mensupluk, sevgi, taraftarlık gösteren bir ektir. Türkçülük de Türk sevgisi ve taraftarlığı demek olduğuna göre, kelime, yerinde kullanılmıştır. Başka milletlerin Türk taraftarlığı ve Türk sevgisi bu kelime ile ifade olunamaz. Zaten başka milletlerin Türk’ü sevmesi de gerçekten bir sevgiye değil, geçici bir nezakete, çıkara, siyasi zarurutlere işarettir. Türk’ü, gerçek olarak, Türk’ten başkası sevmez.
Türkçülük bir ülküdür. Ülküler, milletlerin manevi gıdasıdır. Ülküsüz milletlerin en talihlisi dahi silik ve sönük kalmaya mahkumdur. Eğer bu millet talihli de değilse, onun sonucu yenilmek, ezilmek, hatta yok olmaktır.
Ülküler, gerçekle hayalin karışmasından doğmuş olan, düne bakarak yarını arayan, milletlere hız veren ve uğrunda ölünen büyük dileklerdir. Milletler, ölebildikleri kadar yaşama hakkına sahiptirler.
Türkçülük, büyük Türkelinde, Türk uruğunun kayıtsız şartsız hakimiyeti ve bağımsızlığı ile Türklüğün her yönden bütün milletlerden ileri ve üstün olması ülküsüdür.
Bu ülkü, geçmişte, birkaç kere gerçekleşmişti. Büyük Türkçülük ülküsü ve inancı ile yetişen gençlik sayesinde yarın yeniden gerçek olacaktır.
Türkçülük, dün bir kaynaktı; bugün çaydır. Yarın coşkun bir ırmak olacak ve önünde yabancı duygu ve düşüncelerden gelen bütün engeller yıkılacaktır.
Türkçülük, dört kaynaktan geliyor:
1. Kökü çok eski olan ve Türk uruğunun şuuraltında yüzyıllardan beri yaşayan milliyetçilik;
2. Tanzimat’tan sonra, Avrupa’daki milliyetçiliklere benzeyen halkçı bir hareketin bizde de tatbik olunmasını isteyen milliyetçilik hareketi;
3.Devletimizin içindeki yabancı unsurların ihaneti dolayısıyle doğan tepki;
4.Türklerin 200 yıldan beri çektikleri büyük sıkıntılar.
Bu dört kaynaktan gelen düşünceler birbiriyle kaynaşıp yoğrularak bugünkü Türkçülük ortaya çıkmıştır. Türkler, Türkçülük ile güçlenecek, kurtulacak, ilerleyecek, yükselecektir.
Bir millet yükselme iradesini taşımazsa, kendine güveni olmazsa, başkalarını taklitten başka bir şey yapamazsa, geçmişiyle övünmezse, başkalarından üstün olmak istemezse, ülkü için ölümü göze alamazsa, savaştan korkarsa, o millet içinden çürümüş demektir.
Bugün ülküler ve kahramanlar çağında yaşıyoruz. Geçmiş haklara dayanılarak davaların öne atıldığı, hesapların görüldüğü günlerdeyiz. Kan çağlayanları, kılıç şakırtıları ve gülle sesleri içinde yarının neler hazırladığını bilemiyoruz. Bu kasırga arasında, milletlerin yalnız geçmişlerini hatırlayarak milli ülkülerine yapıştıklarını görebiliyoruz. Geçmişi olmayan, yahut olup da unutan, milli ülküsü bulunmayanlar devriliyor.
İnsanlığın tarihinde büyük kasırgalar eskiden zaman zaman gelip geçeirdi. Gitgide bu kasırgalar sıklaşıyor. Bu gidişle tarih, ebedi bir kasırgadan ibaret kalacak gibi gözüküyor. Bugün ayakta kalabilmek için eskisi kadar sağlam olmak yetişmiyor. Çok güçlü, çok sağlam, çok sert, çok yürekli olmak gerekiyor. Bunun da bizim için birinci şartı, Türkçülük ülküsüne sıkısıkıya yapışmaktır. Şaşıran, ürken, sapıtan milletleri, tarih bağışlamıyor.
Türkçülük ülküsü bizden amansız bir görev ahlakı istiyor. Subay hiç yorulmadan altı saatlık talimini yaptırırsa, öğretmen bıkmadan öğreticilik işini yaparsa, memur sinirlenmeden halka kolaylık göstermeye devam ederse, doktor her şeyden önce yurttaşlarının sağlığı ile ilgili olursa, öğrenci her şeyden önce dersini bellemeye çalışırsa ve bütün görevlerle rütbeler arasında ne caka, ne gösteriş, ne dalkavukluk, ne de ilgisizlik olmadan bir ahenk kurulursa, aşağıdakiler yukarının buyruğunu ukalalık saymaz, yukardakiler de aşağının doğru ihtarlarına kızmazlarsa, bütün karşılıklı işlerde, görüşme ve konuşmalarda ne ikiyüzlülüğe kaçan nezaket, ne de kabalığa kaçan sertlik bulunmazsa, görevin bizden istediği şey yapılmış olur.
Gerçekten Türkçü olmak kolay değildir. Her önüne gelen Türkçü olamayacağı gibi, her Türkçüyüm diyen de Türkçü olamaz.
Her Türkçü, bulunduğu yerin görevini inançla yaparsa, Türkçülük ülküsü sağlamlaşır. Türklük güçlenir.
Türkçülerin ilk işi, görevlerini, arınmış gönül ve inanmış yürek ile yapmaktır
Hakan ARI
ÜyeÇanakkale Savaşları yüzyılın son centilmen savaşları olarak değerlendirilir. Bu tezler savaş ahlâkı ve kuralları açısından bakıldığında sonuna kadar doğrudur
BİR YOLCUYA
Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın,
Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın,
Bir vatan kalbinin attığı yerdir.Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda,
Gördüğüm bu tümsek, Anadolu’nda,
İstiklal uğrunda, namus yolunda,
Can veren Mehmed’in yattığı yerdir.Bu tümsek, koparken büyük zelzele,
Son vatan parçası geçerken ele,
Mehmed’in düşmanı boğuldu sele,
Mübarek kanını kattığı yerdir.Düşün ki, hasrolan kan, kemik, etin
Yaptığı bu tümsek, amansız, çetin,
Bir harbin sonunda, bütün milletin,
Hürriyet zevkini tattığı yerdir.
NECMETTİN HALİL ONANÇanakkale Savaşları yüzyılın son centilmen savaşları olarak değerlendirilir. Bu değerlendirme savaş ahlâkı ve kuralları açısından bakıldığında sonuna kadar doğrudur. Birinci Dünya Savaşı’nın diğer cephelerine ve bundan sonra günümüze kadar yapılan savaşlara bakıldığında neden bu savaşların “centilmence” yapıldığı anlaşılabilmektedir.
Çanakkale Cephesi’ne çıkarma yapan müttefik askerleri karşılarında yamyam ve barbar Türkleri bekliyorlardı. 25 Nisan gününden başlayarak kanlı savaşların yaşandığı bu cephede kısa sürede başarı sağlanamayınca Müttefik Kuvvetleri sekiz buçukay sürecek maceralarına başlamışlardı. Her geçen gün Türklerle Müttefik askerleri arasındaki ilişkiler artıyor, birbirlerini tanımaya başlıyorlardı.
Maskeli İngiliz Askerleri
Her iki taraf askerleri de zafer için bulundukları bu topraklarda, karşılarındaki askerlerin de kendileri gibi insan olduğunu, öldüklerini, ölürken acı çektiklerini, kan döktüklerini ve kısacası farksız olduklarını anlıyorlardı.
Başlangıçta Müttefik askerleri için, Türklere esir düşmek korkulu rüya idi. Esir düşerlerse Türklerin onlara neler yapabileceklerini hayal bile edemiyorlardı. Zaman geçtikçe yaşanan olaylar bu düşünceleri siliyordu. Yaralı müttefik askerlerine Türklerin gösterdiği ilgi, esirlere yapılan iyi muamele ve Türklerin dürüst savaşçılar olması müttefik askerlerinin bu düşüncelerini tamamen değiştirmişti.
Gazeteci C.E.W.Bean, 10 Kasım 1915’te defterine “Türkler: Yaşamın Güzel Yanları” başlığıyla, siperlerdeki bu ilginç durumu şöyle anlatıyor. :
“Son zamanlarda Türklerle iyi iletişim kuruyorduk. Siperlerine, Mısır’daki Türk savaş esirlerinden gelen ve çok iyi bakıldıklarını anlatan mektuplarıyla, sağlıklı ve mutlu olduklarını gösteren fotoğraflarını atmıştık. (Gerçi bizim askerler bunu yapmamızı pek istemiyor ama…) Her neyse, karşıdan şu yanıtı aldık: “Sadaka ile yaşayan bir adam, domuzun, lanetin tekidir. Karnımız tok olduğu gibi yedek yiyeceğimiz de bol. Ellerimizde tüfeklerle hazırız. İngilizlerin çok silah ve cephanesi olabilir. Ancak, bizim de süngülerimiz ve inancımız var. Eğer iddia ettiğiniz gibi büyük bir millet iseniz, neden üstün ilkeler doğrultusunda hareket etmiyorsunuz da, başkalarının aklını çelerek sadakatlerini bozmaya çalışıp alçalıyorsunuz?…
Çok asilce bir cevap! Bu tür çabaları yoğunlaştırıp, Türklerin teslim olmalarını sağlayabiliriz sanıyordum. Kaldı ki onlar da -ya da Almanlar-, benzer yöntemleri bizim üzerimizde denemişlerdi.”
“Üç hafta kadar önce, Türklerin üç günlük bir bayramı vardı. Bizim siperlere, üzerine silinmez kalemle ve aceleyle şunlar yazılı iki paket sigara attılar: Prenez, fumez avec plaisir notre heureux énnemis. (Alın, afiyetle için mutlu düşmanlarımız)
Karşılığında biz de onlara, konserve sığır eti yolladık. Paketi, üzerinde “Bully beef non” (sığır bifteği istemeyiz) mesajı yazılı olarak geri yolladılar.”
Avustralyalı bir albay ise, Ekim ayı sonunda ülkesine yolladığı mektupta, “Siperlerdeki Yaşam ve Türkler” başlığı altında durumu şöyle dile getiriyor:
“Türkler çok dürüst savaşçılar. Kahramanlık ve cesaretleri tartışılmaz. İşkence, zulüm ve dumdum kurşunu konusundaki tüm iddialar yalandır. Geçen gün, yanlışlıkla atılan bir şarapnel ile Kızılhaç katırlarından birisini öldürdüler. Anında özür dilediler. Daha önce de yaralılarımızla ilgilendiler. Onları, kıyıya bırakıp bize haber verdiler. Burada hiçbirimizin, Türklere karşı büyük bir düşmanlık beslediğini sanmıyorum…”
Öte yandan, Çanakkale Cephesinde Müttefiklerin en çekindiği şeylerden bir, Türklerin zehirli gaz kullanma olasılığıydı. Genel olarak yüksek noktaları tuttukları için ve rüzgar da uygun estiği zaman, zehirli gaz kullanılması çok büyük can kaybına yol açabilirdi. Almanların elinde bu gazdan bulunduğu biliniyordu. Batı Cephesi’nde, Fransa’da kullanmışlardı da…Özellikle İngilizlerin, zehirli gaz kullanımından endişe ettiği ve askerlere gaz maskesi dağıtıp, olası bir tehlikede neler yapılması gerektiği konusunda özel eğitim verdiklerini öğreniyoruz.
Ancak Türk subay ve komutanları, Almanların isteğine ve önerisine karşılık bu yöntemi, “mertçe ve adil” bulmayıp, savaş kurallarına da aykırı olacağı gerekçesiyle onaylamamış ve zehirli gazı, savaşın son gününe kadar kullanmamışlardır.
Çanakkale Cephesi’nde zehirli gaz kullanıldığına ilişkin haberlerin asılsız olduğu ve endişeye gerek bulunmadığı, Avustralya ve Yeni Zelanda basınında sık sık dile getirilmiştir. Örneğin, Wellington’da çıkan “Otago Times” Gazetesi, 1 kasım 1915 günü, “Savaşçı olarak Türk” başlıklı bir yazı yayınlamıştır. Yazıda aynen şunlar yer almaktadır:
“…Hastaneye ateş edilmiyor, zehirli gaz kullanılmıyor. Triumph (savaş gemisi) isabet alıp batmaya başlayınca, tekrar ateş edilmiyor. Türk, ikili oynamıyor. Bunun aksini iddia edenler Gelibolu’ya değil, en çok Mısır’a kadar gelenlerdir.
The Age adlı Avustralya gazetesi, 11 Aralık 1915’te, gene Türklerin zehirli gaz kullanması sorununu ele almış ve “gaz bombası saldırısından korkulmuyor” başlığı altında yayınlanan yorum yazısında, cepheden gelen raporlara dayanarak konuyu şöyle değerlendirmiştir.
“…Şu ana kadar bu cephede Türklerin savaş yöntemlerinin hakça olduğunu kabul etmek dürüstlük gereğidir. Türklerle Avustralyalılar arasındaki savaş mertçeydi ve sonuna kadar öyle olacağını umuyoruz. Bu savaştan önce Türk’ü hor görüyorduk. Artık öyle bir şey söz konusu değil. O’nu yendiğimizde -ki o gün uzak değildir- hepimiz onları Almanların etkisine girmekle birlikte, ahlâksızca savaş yöntemleri kullanacak kadar tötonikleşmemiş (Almanlaşmamış) olarak hatırlamak istiyoruz.”
Türklerin zehirli gaz kullanmama nedenlerinden biri de yüksek noktaları tutuyor olmalarıydı. Özellikle Arıburnu’nda yukarıdan aşağı doğru atılacak gaz bombası denizden esen rüzgarla yukarılara çıkabilir ve Türk askerlerini de etkileyebilirdi. Hatta Çanakkale’nin meşhur rüzgarı, zehirli gazı yarımadanın hesaplanamayan bölgelerine sürükleyebilirdi.
Ayrıca Türklerin elinde gaz maskesi de bulunmuyordu. Herhangi bir gaz kullanımında gaz maskeleri olmadan dayanmak olanaksızdı.
Bu arada Türklerin elinde zehirli gaz bulunup bulunmadığı da araştırma konusudur. Gerçi olsaydı da bu gazın sonuç itibariyle kullanılmayacağı açıktır. Böylelikle Müttefik askerlerinin Türklere olan güvenleri boşa çıkmamış, “Türkler zehirli gaz kullanmaz, onlar dürüst savaşçıdırlar” diyerek gaz maskesi takmayarak bu güveni sürdürmüşlerdir.
Görüldüğü gibi savaşın her türlü çirkinliğine rağmen, savaşın içinde bile böylesi bir imaj yaratmak, Çanakkale Savaşları’nı yüzyılın, hatta yarınların son centilmen savaşı haline getirmiştir.
Hakan ARI
ÜyeÇanakkale Savaşında
Cepheden Mektuplar**********************************
Mustafa Kemal ( Cepheden son Mektup )
Mustafa Kemal , 2 Temmuz 1915 yılında Arıburnu’ndan Madam Corinne’ye yazdığı mektupta şöyle der :
Aziz Madam ,
Karargahımın katiplerinden Hulki Efendi’nin İstanbul’a seyehatinden faydalanarak size bu mektubu yazıyorum.Birkaç gün evvel içinde latife sözleri bulacağınız bir kartpostal yollamıştım.Burada hayat , o kadar sakin değil.Gece gündüz hergün çeşitli toplardan atılan şarapneller ve diğer mermiler başlarımızın üstünde patlamaktan hali kalmıyor.Kurşunlar vızıldıyor ve bomba gürültüleri toplarınkine karışıyor .Gerçekten bir cehennem hayatı yaşıyoruz.Çok şükür , askerlerim pek cesur ve düşmandan daha mukavemetlidirler.Bundan başka hususi inançları , çok defa ölüme sevk eden emirlerimi yerine getirmelerini çok kolaylaştırıyor.Filhakika onlara göre iki semavi netice mümkün , Ya gazi veya şehit olmak.Bu sonuncusu nedir bilirmisiniz ? Dos doğru cennete gitmek.Orada Allah’ın en güzel kadınları , hurileri onları karşılayacak ve ebediyen onların arzusuna tabi olacaklar.Yüce saadet.Sizin mantıki nasihatlerinizi bekleyen şimdiki hadiseler yüzünden kazandığım sert karakteri yumuşatacak romanları etüd etmeye ve böylece ümit ederim ki , hayatın bu hoş ve iyi taraflarını hissedecek hale gelmeye karar verdim.(…)
Adres : Miralay Mustafa Kemal , 19.Fırka Kumandanı , Maydos
Yahut : Miralay Mustafa Kemal , Arıburnu Maydos.Bu daha emin.
**********************************
Hasan Etem’in Validesine Son Mektubu
Valideciğim,
Dört asker doğurmakla müftehir şanlı Türk annesi,
Nasihat-amiz mektubunu Divrin Ovası (Nığde) gibi,güzel,yeşillik bir ovacığın ortasından geçen derenin kenarındaki armut ağacının sayesinde otururken aldım.Tabiatın yeşillikleri içinde mest olmuş ruhumu bir kat daha takviye etti.
Okudum, okudukça büyük dersler aldım.Tekrar okudum.Şöyle güzel ve mukaddes bir vazifenin içinde bulunduğumdan sevindim.Gözlerimi açtım, uzaklara doğru baktım.Yeşil yeşil ekinlerin rüzgara mukavemet edemiyerek eğilmesi,bana,annemden gelen mektubu selamlıyor gibi geldi.Hepsi benden tarafa doğru eğilip kalkıyordu ve beni , annenden mektup geldi diyerek tebrik ediyorlardı.Gözlerimi biraz sağa çevirdim güzel bir yamacın eteklerindeki muhteşem çam ağaçları kendilerine mahsus bir seda ile beni tebşir ediyorlardı.Nazarlarımı sola çevirdim çağıl çağıl akan dere , bana validemden gelen mektuptan dolayı gülüyor , oynuyor , köpürüyordu …
Başımı kaldırdım , gölgesinde istirahat ettiğim ağacın yapraklarına baktım.Hepsi benim sevincime iştirak ettiğini , yaptıkları rakslarla anlatmak istiyordu.Diğer bir dalına baktım , güzel bir bülbül , tatlı sedasıyla beni tebşir ediyor ve hissiyatıma iştirak ettiğini ince gagalarını açarak göstermek istiyordu.
İşte bu geçen dakikalar anında , hizmet eri :
-Efendim , çayınız , buyrunuz , içiniz , dedi.
-Pekala dedim,aldım baktım , sütlü çay…
-Mustafa bu sütü nereden aldın ? dedim.
-Efendim , şu derenin kenarında yayıla yayıla giden sürü yok mu ?
-Evet dedim.Evet ne kadar güzel.
-İşte onun çobanından 10 paraya aldım.
Valideciğim , on paraya yüz dirhem süt , su katılmamış.Koyundan şimdi sağılmış , aldım ve içtim. Fakat yukarıdaki bülbül bağırıyordu : “Validen kaderine küssün , ne yapalım.O da erkek olsaydı , bu çiçeklerden koklayacak , bu sütten içecek , bu ekinlerin secdelerini görecek ve derenin aheste akışını tetkik edecek ve çıkardığı sesleri duyacak idi”
Şevket merak etmesin o görür , belki de daha güzellerini görür.
Fakat , valideciğim , sen yine müteessir olma.Ben seni , evet seni mutlaka buralara getireceğim.Ve şu tabii manzarayı göstereceğim.Şevket , Hilmi (kardeşleri) de senin sayende görecekler.
O güzel çayırın koyu yeşil bir tarafında , çamaşır yıkayan askerler saf saf dizilmişler.Gayet güzel sesli biri ezan okuyordu.
Ey Allah’ım , bu ovada onun sesi ne kadar güzeldi.Bülbül bile sustu, ekinler bile hareketten kesildi ,dere bile sesini çıkarmıyordu.Ezan bitti.O dereden ben de bir abdest aldım.Cemaat ile namazı kıldık..O güzel yeşil çayırların üzerine diz çöktüm.Bütün dünyanın dağdağa ve debdebelerini unuttum.Ellerimi kaldırdım , gözümü yukarı diktim , azımı açtım ve dedim :
-Ey Türklerin Ulu Allah’ı.Ey şu öten kuşun , şu gezen ve meleyen koyunun , şu secde eden yeşil ekin ve otların şu heybetli dağların Halıkı.Sen bütün bunları Türklere verdin.Yine Türklerde bırak.Çünkü böyle güzel yerler , Sen’i takdis eden ve Sen’i ulu tanıyan Türklere mahsustur.
Ey benim Rabbim !
Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri ; ism-i Celalini İngilizlere ve Fransızlara tanıtmaktır.Sen bu şerefli dileği ihsan eyle ve huzurunda titreyerek , böyle güzel ve sakin biryerde sana dua eden biz askerlerin süngülerini keskin , düşmanlarını zaten kahrettin ya , bütün bütün mahveyle. ”Diyerek dua ettim ve kalktım.Artık benim kadar mes’ut , benim kadar mesrür bir kimse tasavvur edilemezdi.
Oğlun Hasan Etem
Mektubu yazan , ihtiyat zabit ( yedek subay ) namzedi Hasan Etem , İstanbul Hukuk Fakültesi son sınıfına devam ederken aynı zamanda Beyazıt Nümune Mektebi’nde öğretmendi.Düşmanın Çanakkale’ye dayandığını işittiğinde gözünü kırpmadan binlerce akranı gibi cepheye koştu.Gönüllü yazıldı.
Bu onun son mektubuydu.Bu mektubu yazdıktan iki gün sonra Maydos (Eceabad)’da şehit oldu…
Hakan ARI
Üye“Şüheda gövdesi , bir baksana dağlar taşlar,
O Rükû olmasa,dünyada eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna ,Yarab,ne güneşler batıyor ?Ey,bu topraklar için toprağa düşmüş asker !
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer,
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhid-i
Bedr’in arslanları ancak bu kadar şanlı idi.”“ Çanakkale Destanı “ , 1915 yılında,dünyanın en büyük ordu ve donanmalarıyla İngiliz ve Fransızların Çanakkale Boğazı’nı önce denizden,sonra da karadan ,zorla geçmek istemelerine karşı ,Türk evlâtlarının vatan sevgisiyle dolu göğüslerini siper ederek kazandıkları eşsiz bir zaferdir.
Çanakkale zaferi ,yurdunu kurtarmak için şahlanan bir milletin,bağımsızlık ve egemenlik aşkının heyecan ve ibret verici destanıdır. Tarihleri dolduran Türk’ün şan ve şeref dolu geçmişine yaraşan bu zafer,dost ve düşman bütün milletlerin hayranlığını kazanan,değeri zamanla daha da abideleşen yüce kahramanlık tablosudur.
Millî ve mânevî birlik içinde Türk Milletinin muazzam bir güç olduğunun,altından kalkmayacağı hiçbir meselenin olamayacağının simgesidir bu zafer.
Evlâtları şehit ya da gazi olsalar bile, vatanları ebedî kalacaktır; anlayışı ile hareket etmesini kutsal bir vazife bilenlerin,bize unutulmayacak hatıra olarak bıraktıkları tarihin şeref levhasıdır bu zafer.
Çanakkale Boğazı’na saldıran düşmanlar,silah araç ve gereç bakımından bizden kat kat üstündüler. Başarı sağlayabilmeleri için her şeyleri mükemmeldi. Ancak unuttukları bir gerçek vardı: Türk’ün yenilmez gücü, imânı ve azmi…işte onların yenilgilerinin,bizim de imkânsızlıklar içindeki zaferimizin sırrı budur.
Aylarca denizden ve karadan,amansız bir çelik güç ve ateş yağmuruna karşı,iman dolu göğüslerimizle ve süngüyle karşı koyduk. Çanakkale’de irili ufaklı milyonlarca düşman mermileriyle delik deşik olmayan mekân kalmamasına rağmen, tarihe “ Çanakkale Geçilmez “ ser levhasını yazdık . Vatan topraklarını ecdat kanıyla sulayarak, yüzbinlerce şehit verdik.
Çanakkale’de bir evlâdını veya bir yakınını şehit vermeyen Türk ailesi çok azdır. Yurdun her tarafı,yakın zamana kadar,genç eşleri,Çanakkale’de şehit düşen analar, evlât ve yakınlarını kaybeden babalarla doluydu. Tarihte hiçbir millet bu kadar fedakâr olamamıştır.
İşte bunun içindir ki ;
“Çanakkale” sadece şanlı bir zaferin adı değil,ezelî Türk kahramanlığının ve fedakârlığının sembolleşmiş bir ifadesidir.
Çanakkale muharebeleri, Türk savaş tarihinin altın bir sayfası veya birinci dünya harbinin yalnız bir parçası değil,başlı başına muazzam bir olayı veya dünya tarihinin dönüm noktalarından biri ve belki de en önemli bir sahnesidir.
Bu sebepledir ki, Çanakkale zaferinin önem ve azameti, aradan onca yıllar geçmesine rağmen,bilâkis bu önem daha da artarak gelecek nesillere tarihî ,askerî,sosyal ve siyasî bakımından mütemadiyen artan bir inceleme zemini hazırlamıştır.
“ Türk Milleti, millî birlik ve beraberlikte bütün güçlükleri yenmesini bilmiştir” diyen büyük Atatürk’ün yolunda bugün de,her zamankinden fazla parolamız,millî birlik ve beraberlik olmalıdır. Çanakkale Destanı’nı kanları ile yazan,İstiklâl savaşını kazanan aziz Türk milletine yaraşan budur.
“Sen ki âsâra gömülsen taşacaksın…heyhat !
Sana gelmez bu ufuklar,seni almaz bu cihat
Ey şehit oğlu şehit,isteme benden makber,
Sana ağuşunu açmış duruyor peygamber ?”Bu mısralarla sözlerimi tamamlarken, başta bize ebedî vatan ve Cumhuriyet bırakan yüce önderimiz Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere , Çanakkale’de milleti için kendilerini feda eden şehitlerimizi rahmetle anıyor,gazilerimize minnet ve şükranlarımızı sunuyoruz.
İnanıyoruz ki; Çanakkale ruhu sonsuza dek devam edecek, Aziz Vatanımızı hiçbir düşman ve hain bölemeyecek ,parçalamayacaktır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti sonsuza dek ayakta kalacak ve yaşayacaktır.
ŞEHİTLERİMİZ
Bu coğrafyanın,bu toprağın ‘ Vatan ‘ vasfını kazanabilmesi öyle kolay olmamıştır.
Alparslan; “ Size öyle bir vatan aldım ki ; ebediyen sizin olacaktır” diyor.
Yüce Atatürk ;” Yurt toprağı,sana her şey feda olsun ! Kutlu olan sensin. Hepimiz senin için fedaiyiz.”“Vatan müdafaasına ait vazifelerden daha mühim ve yüce vazife olamaz.”
“Türklerin vatan sevgisi ile dolu olan göğüsleri ,mel’un ihtiraslara karşı daima demirden bir duvar gibi yükselecektir.”“Vatan mutlaka selamet bulacak,millet mutlaka mutlu olacaktır. Çünkü kendi saadetini memleketin ve milletin saadet ve selameti için feda edebilen vatan evlâtları çoktur .”
“Savunma hattı yoktur,savunma alanı vardır. O alan bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı düşman kanıyla ıslanmadıkça terk edilemez.” Veciz ifadeleri ile vatan kavramını ve önemeni vurguluyor.
Coğrafyanın canlanması ,kutsal bir anlam ifade etmesi, onun “ Vatanlaşması” ile olur.
Anadolu’muzun vatanlaşması,Türk’ün mührünün vurulması,Malazgirt’ten ,Sakarya’ya kadar uzanan tarih içerisindeki kahramanlıklar ve “ Kuvayi Milliye “ ruhu ile mümkün olmuştur.
Ülkemizin bu kutsal toprakları tarihe sığmayan şanlar,ölümden korkmayan canlar,bayrağımıza renk veren kanlar sayesinde vatan olmuştur.
Bu gün üzerinde yaşadığımız bu toprakların her karışı şehit kanları ile yoğrularak kazanılmıştır.
Ecdadımız bu kutsal varlıkların ve kavramların korunmasını,savunmasını ilelebet devamını bizlere görev olarak emanet etmişlerdir.
“Bu Bayrak tarihi şeref,şandır,
Bu toprak Türkiye’dir,bölünmez bir vatandır.”Ölüm vatan uğrunda ise şahadet olur, şeklinin bir ehemmiyeti yoktur.
Bu noktada; vatan sınırlarını korumakla ,vatan toprağında hürriyeti korumak arasında bir fark yoktur.
O insanlar ki; ölürken ebediyete,öldükten sonra,vatanı istiklâle,milleti hürreyete kavuşturdular. Şahadete erişen bu insanların yüzünde “ Yusuf’ ça güzellik, “Yunus’ça bir enginlik vardır.
Onlar, yüce bir gaye yolunda hayatlarını feda eden ölümsüz bahtiyarlardır.
İnancımızda “Şehitlik Mertebesi “ çok yüksek bir mertebe olup,karşılığında mânevî kazancıda büyüktür.
Türk Milleti ölürsem şehit,kalırsam gazi anlayışı ile tarihi boyunca hür ve bağımsız yaşamış,işgal ve esarete alışık olmayan bir millettir. Bir başka devletin boyunduruğu altında yaşamak, küçültücü ve ölümden de ağır bir durumdur.
Türk’ün toprağına,ailesine ve milletine bağlı yaşayış biçimi ile,esareti kabul etmesi,toprağını,namusunu,hayatı pahasına savunmadan düşmana terk etmesi tarihinde görülmemiştir.
Mehmet Âkif ;
“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda,
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan,şüheda.”Mısraları ile kahraman milletimizin vasfını ve mübarek ülkesinin,vatanın terkibini anlatmaktadır.
Vatan her Türk’ün en büyük tutkusudur. Bu uğurda katlanamayacağı fedakârlık yoktur. Her Türk bir ibadet vecdi içinde ülkesini,vatanını sever ve ona hizmet eder. Askerlik onun hayatında en şanlı,en heyecanlı ve en kutsal bir görevdir. Bayrağının gölgesinde yaşamayı hürriyetinin teminatı olarak görür. Bayrak,Vatan ve Millet gibi değerler için canını feda ederek şehitlik mertebesine ulaşmak,onun için elde edilecek en büyük rütbe, kazanılan en büyük şereftir.
İstiklâl şairinin ifadesiyle ;
“Cânı,cânanı,bütün varımı alsında Hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.”Anlayışı hayatında yer almaktadır.
Bu cennet vatan,asırlardan beri canlar ile,kanlar ile ölmezlik sırrına erenlerin,niçin öldüğünü bilenlerin,ölürken kara toprağa girenlerin sayesinde bizimdir.
Bu ülke; evlatları şehit ya da gazi olsalar bile , “ Vatan ebedi kalacaktır.” Anlayışı ile hareket etmesini şerefli bir vazife bilen “ Asım “ın neslinin bir hâtırasıdır. Her biri ayrı destanlaşan kahramanlıklara sahne olan muharebeler,savaşlar ise tarihin şeref levhalarıdır.Bu millet Afrika çöllerinde,Kafkaslarda, Balkanlarda, Galiçya’da Çanakkale’’de İstiklâl Harbinde,Sakarya’da ,Dumlupınar’da yüzbinlerce vatan evlâdını şehit vermiştir.
Hiçbir Türk yoktur ki ailesinden yakınlarından ve akrabalarından bir ferdini şehit vermemiş olsun.
Bu gün, vatanımızın ve milletimizin istiklali ve bölünmezliği uğruna canlarını seve seve vererek,şahadet mertebesine ulaşmanın mutluluğu içinde yatan aziz şehitlerimizi anmak ve hatırlamak,onların ebedileşen hatıraları önünde eğilmek,Türk Milletinin ölümsüzlüğünün bir kez daha dünyada haykırmak,bizler için kaçınılmaz bir vecibedir,görevdir.
Bu gün,her zamankinden daha çok yüce bir milletin şanlı mensupları olarak,Bayrağımızı,dimdik ayakta tutmak ve onu ebediyen dalgalandırmak için,bölücü yıkıcı karanlık ve hain unsurlara karşı son derece uyanık ve tek yumruk olma zamanıdır.
Aziz şehitlerimiz için,onların anısına millet olarak ne yapsak yinede azdır. Devlet ve Millet olarak maddî ve manevî her türlü vazifemizi yerine getirip,özellikle bölücü,yıkıcı, vatan hainlerine karşı,görevi başında şehit düşen evlatlarımızın anne ve babalarına ,dul ve yetimlerine her türlü desteği vermek zorundayız. Bu destek ve yardımların yapıldığını görmekten de ayrıca mutluluk duymaktayız.
“Selâm şanlı orduya,selâm şanlı bayrağa,
Selâm istiklâl için çarpışana,ölene,
Selâm vatan uğrunda şehit erlere selâm,
Selâm Millet yolunda çarpan kalplara selâm”Bu aziz vatanı bize bırakan başta büyük önderimiz ATATÜRK, 18 mart ruhunun destanlaşan zaferi münasebetiyle “ Çanakkale Geçilmez” ifadesini tarihe altın harflerle yazan “Çanakkale Şehitleri” başta olmak üzere, tüm şehitlerimizi minnet,şükran ve rahmetle anıyoruz.
AZİZ ŞEHİTLERİMİZ , RUHUNUZ ŞÂD OLSUN
Hakan ARI
ÜyeSelçuklular ile Gazneliler arasında yapılan, Selçukluların başarısıyla sonuçlanan savaş (1040).
Bu savaş, Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun kuruluşuna temel oldu. Selçukluların bağımsızlıklarını elde edişleri, Gazne devletinin itibarını sarsmıştı. Harezm valisi Altuntaşoğlu Harun, Selçukluları, Horasan’ın fethi için teşvik ederek Gaznelilere karşı isyan etti. Karahanlı hânedanından Böri Tekin, Toharistan ve Hattulan taraflarına, 1038 yılında bir akın yaptı. Onunla Ali Tekin oğulları arasında başlayan gerginlik, Gazneliler’in işine yaradı. Gazneli Sultan Mesud, 1028’de 60 savaş filinin yer aldığı büyük bir orduyla Gazne’den Belh’e hareket etti. Bir orduyu Herat’a, başka bir orduyu da Merv üzerine gönderdi. Gazneliler, Selçukluları ve Türkmenleri tamamıyla ezmek kararındaydılar. Sultan Mesud, Belh’e vardığı zaman Çağrı Bey, Talekan, Fâryâb ve Şapûrgan’ı istilâ ediyordu. Sultan Mesud, nisan ortasında, Serahs’a yürüyen 70 000 süvari ve 30 000 piyadelik ordusuyla onu takip etti. İki ordu 15 Mayıs 1039’da karşılaştı. Selçuklular, çöle çekilmek zorunda kaldılar. Bu iklime alışık olmayan Gazne ordusu, takibe girişemedi. Uzun süren çatışmalardan sonra, geçici bir anlaşma yapıldı. Bu sürede Selçuklular, Türkistan’dan gelen Oğuzlar ile birleşerek güçlendiler. Sultan Mesud, hazırlıklarını tamamlayarak 12 Kasım 1039’da tekrar harekete geçti. 1040 mayısında ilk çarpışmalar başladı. Selçuklular, hafif süvari kuvvetleriyle saldırarak, su kuyularını kullanılmaz hâle getirdiler. Gazne ordusu, su bulabilmek amacıyla, Dandanakan hisarına çekilmek zorunda kaldı. Buradaki kuyular da işe yaramaz duruma getirilmişti. Gazne ordusunda disiplin bozuldu. Meydan muharebesi üç gün sürdü. Susuzluk, yorgunluk, açlık yüzünden dağılan Gazneliler, tam bir bozguna uğradılar. 23 Mayıs 1040 Cuma günü, kesin zafer kazanıldı. Sultan Mesud, 100 süvari ile savaş meydanından güçlükle kurtuldu. Gazne ordusu, bütün hazinelerini, mallarını, silahlarını bıraktı.
Bundan sonra Selçukluların karşısına çıkacak önemli bir kuvvet kalmadı; bu zaferle Selçuklu devletinin kuruluşu kesinleşti. Savaşın sonunda Sultan Mesud, Horasan’ı tamamıyla Selçuklulara terk etti. Bağımsızlıklarını kazanan Selçuklular, bu tarihten sonra, İslâm ülkelerini ele geçirmeğe başladılar.
- YazarYazılar