blank
  1. Anasayfa
  2. Ders Notları
  3. Temel Bilimler
  4. Veteriner Hekimliği Tarihi ve Deontoloji
  5. Hipokrat’ın ölümünden sonra Tıp ve gelişme evreleri
1 yazı görüntüleniyor (toplam 1)
  • Yazar
    Yazılar
  • #19613
    ToXiC
    Üye

    Hipokrat’ın ölümünden sonraki, Hıristiyanlığın ortaya çıkışına kadar olan sürenin sonunda karşımıza çıkan ünlü hekim Galen (MS. 130-200) çıkmaktadır. Ortaçağ tıbbına “Galenik Tıp” adı altında Galen damgasını vurmuştur. İlk başta tezat gibi görünen bu olay Hıristiyanlığın felsefede Aristoteles’de olduğu gibi tıpta da Galen’i tek otorite olarak kabul etmesi; onun yazıp-söylediklerine tam bir inançla sarılmasıdır. Galen’in tıbbi bilgileri böylelikle bilimsel bir konu olarak değil “dogmatik”, sarsılmaz bir inançla korunan bilgiler olacaktır. Bazı yanlışlıkları içerse de ona ait bilgilerin tartışmasız kabul edilmesi tıbbın tarihsel gelişiminde önemli bir gecikmeye neden olacaktır. Yaklaşık 16. yüzyıldan itibaren bu yanlışlıkların nesnel bir şekilde ortaya konması göreceğimiz gibi büyük bir gecikmeyle de olsa tıbbın önünü açacaktır.

    Galen, humoral teoriye tereddütsüz inanıyordu. Hayvan diseksiyonları ile elde edilen bilgilerin insanlara oldukları gibi uygulanması tarihsel yanlışlıklara neden olmuştur. Galen yanlışları ve hatalı kavramlarına rağmen, şaşırtıcı bir şekilde yazılarında ayrıntılı açıklamalar geliştirir. Ondan sonra gelen hekimler onun bütün çalışmalarına, doğru ya da yanlış olup olmadıklarına bakmadan kabullenmişlerdir. Galen’in tıptaki uzmanlığının hiçbir zaman “mercek altına” alınmamasının nedeni kuşkusuz insan kadavrası üzerinde diseksiyon (teşrih) yapmanın Hıristiyanlarda olduğu kadar Müslümanlarda da yasak olmasıdır. Galen’in tıptaki bilgileri Rönesansa kadar tartışmasız bilgiler olarak kalır

    Ortaçağ’da Avrupa’da Tıp

    “Skolastik” tıp olarak da adlandırılan Ortaçağ tıbbı Galen’in ortaya koyduğu “tıp bilimine” sıkı sıkıya sarılacak ve bu tıbbı hiçbir zaman sorgulamayacaktır. Bu dönemde hekimlerden çok din adamlarının eline geçen tıp uğraşında Galen’in söyledikleri birer direktif şeklinde yerine getirilecek ve asla dışına çıkılmayacaktır. Hıristiyanlık, aciz ve yoksullara merhamet ve kardeşlik sunarak bu çerçevede yaşamlarına bir anlam katmıştı. Bu suretle bedensel hastalıkların sadece tanrının yardımıyla iyileşebileceği inancı Hıristiyan dünyasında yerleşmeye başladı. İsa’nın tanrının yardımıyla yaptığı mucizevi tedavilerinin anlatıldığı İncil’deki öyküler bu inancı daha da kuvvetlendiriyordu. Tedavide ilaç yerine kutsal su, dua ve ellerin vücudun üzerinde gezdirilmesi gibi yollar kullanılırdı. Hıristiyanlık, tıbbı bir hayır işi olarak görüyordu. Din, hastalara yardım etmeyi zorunlu bir görev olarak görüyordu. Birey ya da toplum kim olursa olsun bu zorunluluk içerisinde bulunuyordu Bu anlayışla din adamları için tıp dinin bir gereği olarak algılanmıştır. Bu nedenle tıp papazların, rahiplerin ve rahibelerin elinde kalmıştır.

    Buna karşın Rönesansa doğru Avrupa’da bazı olumlu gelişmeler kendini göstermeye başladı. Avrupa’da, 9. Yüzyılda, düzenli eğitim veren ilk tıp okulu olarak bilinen Salerno Tıp Okulu kuruldu. Okuldaki eğitim Hipokrat, Galen ve İslam bilim insanlarının kitapları okutulurdu. Anatomi neredeyse hiç bilinmezdi. Bazen domuz gibi hayvanlar üzerinde incelemeler yapılırdı. Bunu üzerine dönemin Sicilya Kralı II. Ferdinand, anatomiden geçemeyen öğrenciye cerrah unvanı verilmeyeceğini söyleyerek, imtihana hazırlanabilmeleri için, 1213 yılında, her 5 yılda idam edilen bir şahsın kadavrasının çalışma yapmak üzere öğrencilere verileceğini bildirdi. Böylelikle kadavra diseksiyonu olayı o devir için ok büyük ileri bir hamle oldu. Papalık makamı ancak 1480’de kadavra diseksiyonuna izin verdi. Tüm bunlardan sonra, kadavralar üzerinde diseksiyon(teşhir) çalışmalarına Papa IV. Sixte tarafından 1480 yılında izin verilecektir.Avrupa’da ilk eczaneler 1140’da Napoli’de, 1180’de Paris’te ortaya çıkmışlardır. Salerno’daki tıp eğitimde hekim ve eczacılar ayrılmaları 1076 yılında olur. 1240’da ise Sicilya Kralı II. Frederik hekimlik ve eczacılığı resmen ayrı meslekler olarak birbirinden ayırdı.

    Karantina Uygulaması

    Ortaçağın tıp tarihi açısından önemli özelliklerinden biri “salgın hastalıklar” dönemi olmasıdır. Bu salgınların başında veba gelmektedir. Avrupa’da veba salgınları sırasında yüzbinlerce insan hayatını kaybetmiştir. Kilise salgınlara karşı çözüm olarak insanların dua etmelerini ve kendilerini tanrıya teslim yoluyla ondan yardım dilemelerini isterken, çözüm arayışları içindeki devlet ve kent yöneticileri artık toplumsal bazı önlem ve düzenlemeleri yapmanın zamanı geldiğini anladılar. Bir yandan veba için özel hastane ve bakım hizmeti, tedavi olanakları sağlanmaya çalışılırken öte yandan da salgının önüne geçebilmek için toplum geneline yönelik yeni düzenlemelere gidildi. 1348 yılında Venedik’te bir sağlık komisyonu kuruldu. Bu komisyon, ölülerin özel yöntemlerle kaldırılması, mezarlıkların uygun boyutlarda olması, sokaklarda cesetlerin bırakılmasının yasaklanması, dışardan gelen yolculara karşı alınması gerekli önlemler gibi uygulamaları denetlemekle görevlendirilmişti. Ardından vebalı hastalar bildirilmeye ve kent dışında ayrı bir yerde tutulmaya başlandı. Salgınların önüne geçebilmek için bazı yasak ve sınırlandırmaların gerekliliği de anlaşıldı. İlk kez Venedik Cumhuriyeti, 1374 yılında enfekte olmuş ya da kuşkulu kimselerin kente girmesini yasakladı. Öteki İtalyan kentleri de bu önlemi sürdürdü. 1377 yılında Adriyatik kıyısındaki Ragusa’da ilk Karantina uygulamasına geçildi ve deniz yoluyla gelen yolcuların kent ve limanın uzak bir yerinde 30 gün süresince alıkonması kararlaştırıldı. Ancak kısa süre sonra bu sürenin yetersiz olduğu ve 40 güne (quarantenaria) çıkarmanın yararlı olacağı kabul edildi. Söz konusu 40 günlük uygulama ilk kez 1383 yılında Marsilya’da gerçekleştirildi.

    Modern Tıbbın Doğuşu

    Ortaçağı sona ererken tıp artık dinin baskısı altından çıkmaya başlamıştır. Hekimler üniversitelerde eğitiliyorlardı. Tıp eğitimi sırasında Galen ve İbn Sina’ya bağlı tıp anlayışı yavaş yavaş değerini yitirmeye başlamıştır. Yeni ortaya atılan görüşler tıpta zaman alsa da artık kabul edilebiliyor; eğitimde daha fazla diseksiyon çalışması yapılabiliyordu. Tıp eğitiminde artan sayıda öğretmen giderek daha fazla sayıda diseksiyon yapmaya başladı. Anatomi, cerrahi ile birlikte öğretilmeye başlandı. Floransalı ressamlar insan anatomisi üzerine çizdikleri resimler mükemmel detayları içeriyordu.

    Bu sıralarda Paracelsus (1493-1541) adında biraz da çılgın biri çağın yeni bir çağa dönüşümünde tıbbın “sembol” ismi haline gelecektir. Paracelsus, 1493 yılında Zürich yakınlarında doğmuş ve 1541’de 48 yaşında Salzburg’da ölmüştür. Paracelsus’un bu tavrı o zamanki geleneksel tıbbın eskidiği ve artık yenilenmesi gerektiği şeklindeki tepkisinin bir göstergesidir. Akademik olan herşeye meydan okumuştur. Zamanında uygulanan tıp uygulamasına hayatı boyunca karşı çıkmış ve mücadele vermiştir. Aklı sürekli çalışan, kuramlar üreten biridir. Onun, geçmişle olan savaşının en somut şekli öğrencilerin yaktığı geleneksel ateşte herkesi gözü önünde İbn Sina ve Galen’in kitaplarını yakmasıdır. Böylece, Ortaçağ’da dogmatik hale gelen Galen, İbn Sina gibi yeni gelişmelerin önündeki engeller olarak gördüğü hekimlerin kimliklerinde eski tıbba son verdiğini sembolize ediyordu. Paracelsus, tıp eğitiminde geleneksel olarak kullanılan Latince yerine derslerini Almanca vermiştir.

    Modern Anatominin kuruluşu

    Kuşkusuz anatomi alanında Andreas Vesalius’un (1514-1564) yaptığı çalışmalar hem tıp tarihinin hem de 16. Yüzyılın en önemli tıbbi olaylarından başında geliyordu. 1537 yılında Padova’daki tıp fakültesinin anatomi kürsüsüne atandı. Hayvanlar üzerindeki çalışmalardan elde ettiği bilgileri insanlara uygulamasından kaynaklanan Galen’in yanlışlıklarını Vesalius büyük ölçüde düzelterek modern anatominin kurucusu oldu. Vesalius, henüz 28 yaşında iken, “De Humani Corporis” (1543) isimli kitabında insan anatomisinin ayrıntılarını gösterdi. Galen’deki yanlışlarının ortaya konmuş olması tıp adamlarını şok etmişti. Galen’in yanlışlarının en önemlileri karaciğer, safra yolları, üst çenenin ve rahmin anatomisiyle ilgiliydi. Ancak, Galen izleyicilerini en çok kızdıran nokta Vesalius’un kalbin sağ karıncığından, sola kanın geçişini sağlayan küçük deliklerin olmadığını göstermesi olmuştu. Bununla birlikte Vesalius yine de dolaşım mekanizmasını tam olarak anlayamamıştır ve bu da ileriki yıllarda çözüme kavuşacaktır.

    Rönesans, cerrahinin de yeniden doğuşuna tanıklık etti. Cerrahi, berber-cerrahların elinden kurtularak, modern cerrahinin ilk adımları atıldı. Yeniden doğan cerrahide hekimler için anatominin modern hale gelmesi en değerli tıbbi araçtı. Barutun kullanılmaya başlanması savaşlarda yaralı ve cerrahi müdahale bekleyen hastaların sayısını artırmıştı. Diğer yandan eski Yunan’da çözülemeyen cerrahi sorunlar karşısında yeni çözüm yolları üretilmeye başlamıştı. Bu çerçevede 16. Yüzyılın en şöhretli cerrahi olarak karşımıza Ambroise Pare (1510-1590) çıkmaktadır

    Kan Dolaşımının Bulunuşu

    Kan dolaşımına ilişkin Galen’in teorisi 17. yüzyıla kadar etkinliğini tartışılmasız biçimde korumuştur. Ancak Galen’in tartışılmazlığı bu yüzyılda yıkılmıştır. 17. Yüzyılın, belki de tüm zamanların, en büyük fizyoloji buluşu kan dolaşımının bulunmasıdır. Bu arada Müslüman bilim adamı İbn al-Nefis (1210-1280) daha 13. yüzyılda akciğer dolaşımını tarif etmişti. Batı’da ise akciğer dolaşımını ilk değinen bir din adamı da olan İspanyol Michael Servetus olmuştur. Aynı açıklama daha sonra İtalyan anatomist Colombus’dan gelmiştir. Fakat, kan dolaşımının bugünkü anladığımız anlamda tıp tarihine yerleştiren kişi William Harvey (1578-1657) olmuştur. Onun kan dolaşımını açıkladığı “De Motu Cordis” isimli eser 1628 yılında yayınlanmıştır. Kan dolaşımı, kitapta yalnızca teorik bir önerme olarak sunulmuyor aynı zamanda morfolojik, matematiksel ve gözlemsel kanıtlarla da açıklanıyordu.

    Marcello Malpighi (1624-1694) mikroskop tekniği ile çalışarak bitkiler, hayvanlar ve insanlar hakkında birçok bilgi edinmiştir. Harvey’in kan dolaşımından yola çıkarak 1661’de mikroskop aracılığıyla kılcal damarları gözlemledi. Böylece Harvey’in kan dolaşımıyla ilgili çalışmasını tamamlamış oldu. Ayrıca dildeki papillaları, barsaklardaki bezleri ve akciğer alveollerini keşfetti. Derideki Malpighi tabakasını ve dalaklardaki Malpighi cisimleri onun adını alan onun tarafından bulunmuş yapılardır. Malpighi, kılcal kan damarları keşfedişini şöyle açıklamaktadır.

    Günümüzdeki düzeyde, mikroskopu geliştiren ve tıbba katkılar yapan bir isim kumaşçılık yapan Hollandalı Anton van Leeuwenhoek’dir (1632-1723) O, mikroskopuyla yaptığı araştırmalarla gözle görülemeyen canlıların görülür hale getirerek tıpta mikrobiyoloji hamlesini başlatan kişi olmuştur. Kendi kendini yetiştiren biri olan Leeuwenhoek dokuma ipliklerini saymak için lensleri kullanırken bugün bildiğimiz anlamdaki mikroskop sistemini geliştirmiştir. Bu mikroskopla cisimleri 200 kat daha büyüterek görebiliyordu. O, mikroskopuyla ne olduğu henüz anlaşılamayan tek hücrelileri, çeşitli bakterileri, spermlerden oluşan yeni bir dünyayı ortaya çıkartmış oldu.

    Mikroskop ve Stetoskop

    Bu arada Viyanalı hekim Leopold Auenbrugger (1722-1809) tanı metodu olan perküsyonu geliştirerek fiziksel tanı bilimini kurdu. Bir hancının oğlu olan Auenbrugger şarap fıçılarının ne kadar dolu olduklarını anlamak için hafifçe vururmuş. Bundan yola çıkarak geliştirdiği yöntemi 1761 yılında basılan “Inventum novum” isimli kitabında şöyle anlatmıştır: “Parmaklarla göğüse hafifçe vurmak suretiyle bir ses elde edilir. Bu sesin derinliği, toraks boşluğunda ne kadar havanın olduğunu, akciğerin hasta olup olmadığını gösterir”.

    1819 yılında Fransız hekim Dr. Rene-Theophile Hyacinthe Laennec (1781-1826) stetoskopu bulmuştur. Bir süre sonra kağıt borunun yerini, kendisinin “stetoskop” adını verdiği kayın ağıcından yapılmış ve uçları uygun biçime getirilmiş içi boş bir silindir aldı. Diğer hekimler bu alete “tıbbi boru” veya “göğüs konuşturan” adını veriyorlardı. Günümüzün stetoskopu 19. yüzyılda aşama aşama geliştirildi ve 80 yıl kadar önce bugünkü halini aldı.

    Antisepsi ve Asepsi

    İngiliz Joseph Lister (1827-1912) kendinden birazdan söz edeceğimiz Pasteur’ün önerdiği mikroorganizmalarla baş edebilmek için önerdiği yollardan birini ameliyat sonrası enfeksiyonları azaltmakta kullanmaya başladı. Bunun için hastane koğuşlarının, kullanılan aletlerin ve hastaların giysilerinin temizliğine büyük önem verdi. Derinin enfeksiyonlara engel oluşturduğunu ve bütünlüğünün bozulduğu yerde sorun başladığını farketti; yaraya karbolik asit uygulayıp yaranın üzerine seyreltilmiş fenole batırılmış keten bir kumaş yerleştirdi. Lister, sadece aletleri değil ameliyathaneyi de karbolik asitle dezenfekte ediyordu. Bu yolla antisepsiyi gerçekleştirmiş oldu. Bu metodu 1865’de uygulamış ve aldığı sonuçlar 1867’de Lancet’te yayınlanmış ve bütün dünyada kabul görmüştür. Bundan sonra sıra asepsiye gelmişti. Mikroorganizmaları öldürmenin yanı sıra hastaların dokularını hasara uğratan antiseptikler cerrahlara zorluklar çıkartıyordu. Bu yüzden bakterilerin ameliyathaneden tamamen uzaklaştırmanın yolları aranmaya başlandı. Asepsi Pasteur’ün önerdiği bir başka önerinin yani ısının kullanılmasıyla sağlandı. 1886’da Alman Ernst von Bergman (1836-1907) ameliyat örtülerinin buharla sterilizasyonu tanıttı. 1840’da ise Amerikalı W.S. Halsted (1852-1922) steri lastik eldiveni keşfetti.

    Pasteur ve Mikrobiyoloji

    Salgın hastalıkların bulaşma ile yayıldığı ve mikro-organizmalar tarafından meydana getirildiği düşüncesi 19. Yüzyıla gelindiğinde artık fazla yabancı bir görüş değildi. Gözle görülemeyen bu mikro-organizmalar birer “tohum” ya da hayvanımsı” şeylerdi. Belirttiğimiz gibi bu teori 16. Yüzyılda Francastorius ve sonraları daha başkaları tarafından savunulmuştur.

    Çiçek hastalığı İngiltere’de son derece yaygındı. Kaynağı belirsiz olan çiçek salgınları sayısız şehir ve kasabayı altüst ediyordu. İngiliz Edward Jenner (1749-1823) tarafından gerçekleştirilmiştir. Jenner çalışmalarını 1798 yılında “Variolae aşısının nedenleri ve etkileri üzerine bir araştırma “ adı altında yayınladı.

    Rönesans’tan sonrasındaki bilimsel çalışmalar mikrop teorisinin açıklanmasında hızla yol alınmasını sağlamıştır. Ancak birçok güçlükle karşılaşılmıştır. Pasteur’ün çalışmalarının son noktası bulaş ve mikrop teorisinin ortaya çıkarılması olmuş ve tıp bu alanda da somut temellere oturmuştur. Pasteur şarap sanayisinde fermentasyon konusundaki bilimsel sonuç mikroorganizmaların doğal hayattaki yerini belirlenmiş oldu. Doğada, organik maddelerde ortaya çıkan değişiklikler gözle görülemeyen birtakım canlılar/mikroorganizmalar tarafından meydana getiriliyordu. Pasteur bu mikroorganizmaların ısıyla kontrol altına alınabileceklerini göstererek şarap üretiminde önemli bilimsel bir adımın atılmasını sağladı. Benzer şekilde “pastörizasyon”la süt endüstrisinde de modern dönemi başlattı. O güne kadar “kendiliğinden üreme” olarak bilinen yerleşik bir görüşe Pasteur inanmıyordu ve savunduğu “mikrop teorisi” idi.

    En sonunda bilinen “efsanevi”olay gerçekleşir. Kuduz özellikle köpekler tarafından bulaştırılan bir hastalıktır. O güne kadar kuduz ısırıklarında uygulanan tek çare ısırılan yerin kızgın bir demirle derinlemesine dağlanmasıydı. Pasteur hayvanlar üzerinde denediği ama henüz insanlar üzerinde denemediği aşısıyla tıp tarihinde yeni bir çığır açar. Birgün 14 yerinden kuduz bir köpek tarafından ısırılan bir 9 yaşındaki bir çocuk Pasteur’e getirilir. Umutsuz annenin çırpınışlarına dayanamayan Pasteur kuduz aşısını çocuk üzerinde denemeye karar verir. Sonuç tam bir başarıdır.

    Diğer yandan mikrobiyoloji alanında 19. yüzyılın bir diğer ünlü ismi Robert Koch’du (1843-1910). Pasteur gibi ppratikteki sorunlarla ilgilenmiş; günlük problemlere çözüm yolları üretmeye çalışmıştır. Bu mikroorganizmaları üreterek yaşam sikluslarını inceledi. Koch, Pasteur’ün mikrobiyoloji çalışmaların tüberküloz basilini bularak daha ileri götürdü. Yeni boyama teknikleri ve kültür yöntemleri ile çalışan Koch böylece verem hastalığının etkenini bularak tıbba büyük bir katkıda bulundu. Tüberküloz basilini bulması nedeniyle 1905 yılında Nobel ödülünü kazandı.

    Not:Alıntıdır

    Prof. Dr. Erdem Aydın
    Deontoloji, Tıp Etiği ve Tarihi AD.

1 yazı görüntüleniyor (toplam 1)
  • Bu konuyu yanıtlamak için giriş yapmış olmalısınız.