- Bu konu 1 yanıt içerir, 2 izleyen vardır ve en son 16 yıl 7 ay önce aleajactaest tarafından güncellenmiştir.
- YazarYazılar
- 17 Ekim 2007: 10:46 #15722Murat KUTAYÜye
Cengiz Aytmatov 1928 yılında Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’e bağlı olan ve Talas vadisinde yer alan Şeker Köyü’nde doğar.Babası Törekul Aytmatov,annesi Nagima Hamzayevna Aytmatova’dır.Memur olan babası 1937 yılında Stalin’in temizlik harekatının kurbanları arasına katılır.Kemikleri 1991 yılında bulunur.Aytmatov’un amcası da 2.Dünya savaşında ölmüştür.Annesi çeşitli memuriyetlerde bulunmuş modern bir kadındır.Dört çocuğunu kendi başına büyütmek durumunda kalmıştır.Cengiz Aytmatov ilkokula kendi köyünde gider.Babaannesi Ayımkan etrafında saygı gören bilge bir kadındır.İrticalen şiirler söyler,beş-altı yaşından itibaren torununu ninniler,masallar,efsanelerle besler.Aytmatov çok küçük yaşlardan itibaren opzanların atışmalarını dinler,sohbetlerine katılır.Şifahi kültürün çok canlı yaşandığı bu toprakların destani havası yazarı içten içe kuşatıp zenginleştirir.
İkinci Dünya savaşının yokluk yıllarını babasız geçiren Aytmatov,çocukluk yaşından itibaren çalışmaya başlar.On yaşında toprağı işler.Ondört yaşında şeker köyünde köy sovyeti kolhozu sekreterliğine getirilir.Bir yıl da vergi memuru olarak çalışır.Bu sıralarda,erkekler cephede savaşırken,köylerde kadın ve çocukların çektikleri sefalete şahit olur.1946’da Kazakistan’ın Cambul şehrinde veteriner teknik okuluna gider.Bu okul bitince 1948’de Kırgızistan tarım enstitüsüne devam eder.1953’de buradan veteriner olarak mezun olur.
Aytmatov’un ilk eseri,1952 yılında Pravda Gazetesi’nde yayımlanan Gazeteci Cyuda’dır.Bu hikayeyi 1957 yılında yayımlanan Yüzyüze takip eder.1956-58 yılları arasında Moskova’da Gorki Edebiyat Enstitüsü’ne devam eden yazarın Cemile adlı hikayesi 1958 yılında Novy Mir (yeni dünya)dergisinde yayımlanır.Bu eseri büyük ilgi görür.Aytmatov şöhreti,bu eserinin Fransız şair Louis Aragon tarafından Fransızca’ya tercüme edilmesi ve Avrupa’da yayımlanması ile yakalar.Aragon bu hikayeye yazdığı önsözde Cemile hikayesi için “dünyanın en güzel aşk hikayesi”ifadesini kullanır.
Yüzyüze
Hikaye ikinci dünya savaşı yıllarında geçiyor. Seyde ve İsmail yeni evli bir çifttir. Düğünün hemen ardından, gece gündüz çalışarak yaptıkları evlerinde oturamadan İsmail askere alınır. Karısı Seyde, bebeği ve kaynanası ile birlikte kocasının dönüşünü beklemektedir. Köyde savaşın getirdiği yoksulluk kol gezmekte, yiyecek sıkıntısı ve çalışabilecek erkeklerin askere alınması yüzünden işlerin sekteye uğraması, hayatı zorlaştırmaktadır. Bir gece İsmail savaştan kaçıp, gizlice eve gelir. Seyde sevincinden durumu anlayamaz. Daha sonra kocasının bir asker kaçağı olduğunu anlayan Seyde, durumu kabullenir. İsmail, kışı köyün dışındaki bir mağarada geçirdikten sonra ailesiyle birlikte uzaklardaki akrabalarının yanına göçmeyi planlamaktadır. İlk zamanlar geceleri evine gelen İsmail daha sonra bunu güvenlik gerekçesiyle bırakır. Artık o bütün zamanını mağarada geçirmektedir. Bu sırada karısı Seyde, bir yandan kocasının kaçak halini insanlardan saklamaya çalışırken, diğer yandan da köyün yokluktan kırıldığı, yiyeceğin hanelere nüfusa oranla dağıtıldığı bir durumda kendi rızklarından keserek kocasına yemek götürme telaşı içerisindedir.
Köyün dışında bir mağarada kaçak bir şekilde yaşayan İsmail’in psikolojisinde, yakalanma korkusu ve yalnızlık olumsuz tesirler yapar. Gittikçe yabanileşir, artık Seyde’nin getirdikleri ile doymamaktadır. Evlerinin bitişiğinde Totoy adında iki çocuklu bir kadın yaşamaktadır. Kocasını savaşta kaybeden bu hasta kadın da köyü kasıp kavuran yokluktan çocuklarını koruma telaşındadır. Bu kadın ve bebeklikten yani çıkmış çocukları bütün umutlarını yakında doğum yapacak olan ineklerine bağlamışlardır. Kadının ve çocukların bu durumuna şahit olan Seyde ineğin biran önce doğurması ve onlara süt vermesi için dua etmektedir. Bir gün bu kadının bel bağladığı ineğin çalındığı haberi yayılır. Totoy perişan olur. Herkes hırsız avına çıkar. Seyde komşularının ineğini çalan hırsızın, o gece eve elinde taze etlerle gelen kocası olduğunu öğrenir. Çok zor bir durumda kalmıştır, üzüntüsünden saçları bembeyaz olur. Bu ruh hali içinde kocasının saklandığı mağarayı askerlere gösterir. İsmail’in, askerlerle yaptığı çatışmanın ortasında, karısıyla yüz yüze gelmesi ile hikaye sona erer.
“Aralarındaki mesafe gittikçe azalıyordu ve birden yüz yüze geldiler! O zaman Seydesini tanıyamadı. Bu kadın o değildi. Başı açık, saçları ağarmış, kucağında yavrusuyla korkusuzca kendisine bakan bu kadın o değildi. Birden onu kendisine fersah fersah uzaktaymış gibi gördü. Kederinin heybetiyle erişilmez, ulaşılmaz bir yüceliğe kavuşmuştu. Onun karşısında kendisi ne kadar güçsüz, ne kadar acınacak haldeydi!”
Aytmatov bu hikayesi için şunları söylüyor;
“Yüz yüze’de anlatmaya çalıştığım ana konu devlet otoritesi ve bireyin karşı karşıya gelmesi olgusudur. Bu sadece Sovyetler birliğinde olan bir olgu değildir; bütün savaşlarda devlet ve birey çatışması vardır.”
***
Cemile
Aytmatov, ikinci dünya savaşı yıllarında geçen bu hikayede, Cemile adlı evli genç bir kadının yaşadığı aşkı, kayınbiraderinin dilinden anlatır. Cemile kocası Sadık’la yeni evlenmiş, düğünün ardından Sadık askere gitmiştir. Cemile güzel, canlı ve hareketli bir kadındır. Köyün bütün delikanlıları Cemile’ye hayrandır. Yengesinde anlayamadığı bir farklılık sezen Seyit, onu tanımaya, ona daha yakın olmaya çalışır. Köy idaresinden gelen biri, Seyit’in annesine köyde çalışacak erkek kalmadığını, yapılacak bir çok işlerin olduğunu, bu yüzden de Cemile ve Seyit’e arabalardan birini verip, onları istasyona malzeme taşımaya tayin edeceklerini söyleyerek bunun için izin ister. İlk zamanlar ayak sürüyen bu kadın, daha sonra buna izin verir. Bu hadise yengesiyle bir şeyler paylaşmak isteyen Seyit için bulunmaz fırsat olur. Yanlarına üçüncü eleman olarak, Danyar adında, savaştan sakat dönmüş, oldukça içine kapanık biri verilir. Bu bitmeyen erzak taşımaları, onları güzel sabahlarda yük taşırken, yorgun akşamlarda boş arabayla dönerken, çalışırken, dinlenirken “birlikte” kılar. Bu birliktelik Cemile ile Danyar arasında bir yakınlaşmaya, bir gönül birliğine gider. Danyar akşamları dönüş yolunda türkü söyler, Seyit ise, türküleri dinlerken hayallere dalan Cemileyi ve yanık sesli Danyar’ı seyreder. Olaylar gelişir, Cemile ile Danyar birlikte memleketlerini terketmeye karar verirler. Onları giderlerken yalnız Seyit görür.
“Akşam üzeriydi, birden yanyana giden iki insan gördüm. Bunların çay geçidinden geçtikleri besbelliydi. Aa! Cemile ve Danyar idi bunlar!
..
İşte vadide, fundalar arasında bir patikadan gidiyorlardı. Onları gözlerimle takip ediyor ve ne yapacağımı bilemiyordum. Arkalarından seslensem? Ama dilim damağıma yapışmıştı.
Güneşin sarı kızıl ışınları, dağlar boyunca hızlı hızlı akan alaca bulutların üzerinden kayıp kayboluyor ve hava birden kararıyordu. Danyar ve Cemile hiç arkalarına bakmadan, demiryolu kavşağına gidiyorlardı. Başları fundaların arasında iki defa daha göründü, sallandı ve sonra kayboldular..”
Seyit resme kabiliyetli bir çocuktur, ve zihnindeki Cemile ile Danyar’a ait son fotoğrafı tuvale dökmeyi aklına koyar. Yıllar sonra bu onun ressam olarak mezun olacağı akademiye sunduğu diploma çalışmasının konusudur.
***
Elveda Gülsarı
Elveda Gülsarı romanı değişen hayat karşısında ilerleyen yaşlarında, bu değişim de kendi emeği de olmasına rağmen bocalayan, değişim adı altında değerlerin söküp atıldığını geç de olsa fark eden bir adamın yaşadıklarını anlatır. Bu roman önce Rusça yazılmış, sonra Kırgızca’ya çevrilmiştir. Aytmatov tezli eserlerini önce Rusça yazmaya dikkat eder.
Taanabay gençliğinde hareketli bir hayat yaşamış, rejimin uygulamalarını hayata geçirebilmek için uğraşmış, iyi niyetli çalışkan bir adamdır. İkinci Dünya Savaşından dönünce mesleği olan demircilikle uğraşan Tanabay, çok sevdiği, saygı duyduğu Çora’nın ısrarı üzerine yılkıcılığa (at çobanlığı) başlar. Devraldığı sürüde Gülsarı isminde eşine ender rastlanacak çok değerli bir taypalma yorga* at vardır. Tanabay bu atla bütün yarışlarda birinci gelir. Onun adını yörede duyurur. Bir gün bu at merkezden Çoranın yerine yeni tayin olan sekreterin bineği olamk üzere Tanabay’dan istenir. Tanabay önceleri direse de vermek zorunda kalır. Lakin at her seferinde kaçıp eski sahibini bulmaktadır. Sekreterin adamları ata olmadık zulümler uygularlar, ayaklarına demir prangalar vururlar, eziyet ederler. Tanabay her şeye rağmen canla başla çalışarak sekreterliğin verdiği görevleri yerine getirmeye çalışır. Bir defasında ondan yanına yardımcı gençler alarak koyun sürüleri ile uğraşması istenir. Tanabay kabul eder, Dağlarda, yaylalarda zor durumlarda kalır, işte burada eskilerin kullandıkları keçe çadırların çobanlık için ne kadar uygun olduğunu anlarken, gençliğinde bu çadırların kullanılmasına gösterdiği muhalefetten dolayı utanır. Ona koyunların kuzulayacakları zaman kullanması için tahsis edilen ağıl’ın viran durumda olması, hava şartlarının bozukluğu, yardım için yanına verilen gençlerin işi bırakıp gitmeleri, her seferinde daha fazla ürün isteyen merkez yöneticilerinin sorunlara ilgisiz kalmaları Tanabay’ın moralini bozar. O günlerde Çora’yla birlikte teftişe gelen müfettişe patlar, ona sadece konuştuklarını problemin çözümüne dair kafa yormadıklarını, hep daha fazla istemekten başka bir şey bilmediklerini söyler. Bunları söylerken kullandığı “yeni efendi” sözü onun devrim düşmanlığıyla yaftalanıp yargılanmasına ve partiden atılmasına kadar varacaktır.
Aytmatov bu eserinde Kırgız köylüsünün dertlerini duyurmaya çalışmış, onlardan hep daha fazlasını isteyen, ama teşekkürü çok gören totaliter zihniyete göndermeler yapmıştır. Tanabay’ın yargılandığı mecliste konuşulanlar, katı ideolojik zihniyetin dünyanın her tarafında aynı yapıyı arz ettiğinin kanıtıdır. Tanabay’ın kavga ettiği müfettişin orada söyledikleri aslında bildik sözler;
Parti üyesi yoldaşlar, izin verirseniz ben durumu biraz açıklamak istiyorum. Bazı yoldaşları uyarmak isterim ki, Tanabay’ın davranışı basit bir kabadayılıktan öte bir durumdur. Bu yoldaşlara şunu söylemek istiyorum. Eğer bu bair bir kabadayılıktan ibaret olsaydı, inanın ki onu bu kurula getirmezdim. Kabadayılarla başa çıkmak için başka usullerimiz de var. Mesele, Tanabay’ın beni aşağılaması da değil. Ben ilçe parti komitesini temsil ediyorum. Böyle olunca da partinin aşağılanmasına izin veremem, bunu görmezlikten duymazlıktan gelemem. (ne kadar tanıdık değil mi?)
* Dil, o dili konuşan insanların hayatlarında önem arzeden kavram yada olgular etrafında şekilleniyor. Buna en somut örnek Kırgız dili olur, Kırgız Türkleri’nin hayatlarında atlara büyük önem verilir, -insanlar atları dolayısıyla itibar görür, atların şerefine ziyafetler verilir- ve bu önem dilde en bariz şekilde ortaya çıkıyor. Yaşlarına göre cabağı, kulun, tay, biye, koşmalarına göre taypalma yorga, su yorga, kiytin yorga, sürü isimleri olarak üyir, yılkı, renklerine göre küren, ciyren, şabdar, karakök, temir karakök, kızıl karakök, tarlan kök, argımak -en iyi cins at-, kunan -yarış tayı-, tulpar -Manas’ın etrafındaki bahadırların bindiği, görünmez kanatları olduğuna inanılan atlar- gibi kelimeler ve daha niceleri Elveda Gülsarı’da atları nitelemek için kullanılmakta. Taypalma yorga ve Su yorga dünyanın en değerli binek ve yarış atlarıdır.
***
Toprak Ana
Aytmatov bu ilk romanı İkinci Dünya Savaşında kocasını ve üç oğlunu cepheye gönderen bir kadının yaşadıklarını konu alıyor. Tolganay, mutlu bir yuvaya sahipken, kocası ve üç oğlu savaşa katılınca en büyük oğlunun karısı Aliman ile birlikte onların geri dönecekleri umuduyla yaşarlar. Tolganay güçlü bir yapıya sahip, yüreği insan ve toprak sevgisi, üretme coşkusuyla dolu bir kadındır. Erkeklerini savaşa gönderen köyün dertleriyle uğraşır. Ev ev ihtiyacı olan insanlarla ilgilenen tolganay, yokluğun pençesinde her türlü acıyla yüz yüze gelir. Gelini Aliman ile birbirlerine dayanak olan bu kadını gelininin durumu çok üzmektedir. Çok sevdiği kocasını evlendikten hemen sonra cepheye uğurlayan genç Aliman’ı kendi kızı olarak bağrına basar. Tolganay Cepheden kocası ve büyük oğlunun ölüm haberini aldiğinda, kendi halinden çok gelinine üzülür. Bir gün gelininin bir çobanla yaşadığı gayri meşru ilişkiden hamile kaldığını öğrenir. Bütün acılara rağmen (diğer iki oğlunun da ölüm haberi ulaşmıştır) gelinine sahip çıkar. Aliman bu çocuğu doğururken ölür. Tolganay çocuğu bağrına basar. Ona Canbolat ismini verir. Bu bebek, artık mazide kalmış ailesinden ona kalan tek hatıradır.
Aytmatov romanı ömrünün sonunda toprakla dertleşen Tolganay’ın dilinden anlatır. Yazar bu romanında üretmenin verdiği huzuru, toprağa saygıyı, insan sevgisini işlerken, savaşın mantığını ardında bıraktığı kırık dökük hayatlar çerçevesinde sorguluyor.
Akşam yemeği için büyük arabanın yanında otların üzerinde oturduk. Ekmek sıcaktı. Yeni çıkmıştı fırından. Canbolat ilk dilimi bana verdi:
– Buyur büyükanne.
Ekmeği aldım, bereketli olması için duamı yaptım ve ilk lokmayı ağzıma götürdüm. Çiftçilerin, tarım araçlarını kullananların ellerinin kokusuydu bu. Bu ekmek petrol kokuyor, demir kokuyor, saman kokuyor, olgun başak kokuyordu. Evet eskiden olduğu gibiydi herşey. Lokmamı yutarken gözyaşlarımı tutamadım: “Ekmek ölümsüzdür, iş de ölümsüzdür” dedim içimden.
***
Beyaz Gemi
Aytmatov bu romanıyla edebiyat aleminde geniş yankı uyandırmış, eseri çok tartışılmıştır. Önce Rusça yazılan roman Kırgızca’ya sonradan tercüme edilir. Romanın kahramanı yedi sekiz yaşlarında Isık-Göl kıyısında dedesi, ninesi, teyzesi ve onun kocasıyla birlikte yaşayan bir çocuktur. Babası ve annesi tarafından terk edilen torununa sahip çıkan Mümin dede, sonradan evlendiği karısı ve torunuyla birlikte bu tenha göl kenarında, ormanın bakım işleri ile uğraşan ve partiden olan damadı Orozkul’a yardım etmektedir. Orozkul’un karısı, çocuğun teyzesi Bekey kısır olduğu için çocuk sahibi olamayan bir kadındır. Orozkul evlat sahibi olamamanın hıncını bu zavallı ihtiyar ve onun çocuğu olmayan kızından çıkarmaktadır.
Çok geniş bir hayal dünyasına sahip olan çocuk, dürbünüyle hergün gölde yük ve yolcu taşıyan bir gemiyi izler. Gemilerde tayfalık yapan babasının da bu gemide çalıştığını düşünerek, balık olup bu gemiye ulaşmayı, babasına zavallı dedesini, zalim Orozkul’u, yaşadıklarını hayallerini anlatmayı düşler. Dedesinin yanından hiç ayrılmayan çocuk, onun anlattığı masaları dinlerken adeta yaşıyormuşçasına onlardan etkilenir. Bu masallardan biri Boynuzlu Maral Ana destanıdır.
Eski zamanlarda Yenisey ırmağı boyunca kabileler arasında savaşlar olur, zaferler ve yenilgiler yaşanırmış. Fakat kabilelerin büyüklerinden biri öldüğü zaman büyüklerine yas tutan kabileye saldırılmazmış. Bir gün Kırgızların lideri öldüğünde ona geleneklerine göre büyük bir cenaze töreni düzenlemişler. Herkes cenazeye layıkıyla bir tören yapılması için uğraşırken, onları silahsız yakalayan bir düşman kabilesi , bir kişiyi bile sağ kalmayacak şekilde kılıçtan geçirmiş. Yalnız bu mezalimden, o baskından biraz önce oynamak için ormana giden bir kız, bir de oğlan çocuğu kurtulmuş. Çocuklar onların düşmanları olduğunu bilmeden, o sırada uzaklaşan toz bulutunun ardına düşmüşler. Çok uzaklarda bir dağın yamacında bir şölen verildiğini görüp oraya gitmişler, bu şölen yeni topraklar kazanan düşmanlarının zaferlerini kutladıkları bir şölenmiş. Oraya gidince kabilenin lideri, bu iki çocuğun Kırgız aşiretinden olduklarını anlayıp, onları bir uçurumdan atması için bir kadına vermiş. Böyle bir şeye kadının da gönlü razı olmuyormuş ama, o yapmazsa bir başkası çocukları feci bir şekilde öldürebilirmiş. Onları uzaklarda bir uçurum kenarında aşağıya atacakken, büyük boynuzlu bir maral belirmiş. Kadına yavrularının insanlar tarafından öldürüldüğünü, o yüzden o çocukları istediğini, onları yavruları gibi büyüteceğini söylemiş. Çocukları alıp güneylere Isık-Göl kıyılarına gelmiş. O iki çocuk büyümüş, Kırgızlar onların soyundan yeniden türemiş. Ve bu insanlar Boynuzlu Maral Ana’nın çocuklarına hep saygı duymuş, onları avlamamışlar. Ta ki, yıllar sonra dosta düşmana ne kadar zengin olduklarını göstermek için, ölen babalarına yaptıkları görkemli bir cenaze töreninde, oğulları onun öte dünyada Boynuzlu Maral Ana’nın soyundan olduğunun anlaşılması için, mezarının başına büyük bir maral boynuzu dikmeyi düşünene kadar… Bundan sonra ölenlerine saygı ifadesi olarak, mezar başlarına maral boynuzu dikmeye başlamışlar. Boynuzlu Maral Ana bu insanlara küsmüş, kalan yavrularını alıp oraya veda ederken, bir da ha geri dönmeyeceğini söylemiş.
Bir gün dede sevinçle çocuğa maralların geldiklerini, onları ormanda gördüğünü söyler. Çocuğun sevincinin tarifi yoktur. Ancak maralların geldiğini bilen yalnız dede ve torunu değildir. Bir gün Orozkul bu marallardan birini avlayıp misafirlerine ikram etmek ister. Tüfek Orozkul’a muhtaç olan Mümin dedenin eline verilir ve maral ona vurdurulur. Çocuk bütün bunlar olup biterken evde hasta yatmaktadır. Dışarı çıktığında insanların sevinçle et paylaştıklarını görür. O gün ilk defa dedesinin içki içtiğine şahit olur. Etrafa bakınırken öldürülen maralın boynuzunu görünce, üzüntüsünden ne yapacağını bilemez. Birden içinde bir balık olup babasına gitme isteği doğar. Yakınlardaki çaya koşan çocuk, kendini azgın sulara bırakır.
Çay boyunca yüzüp gittin çocuğum.
Şimdi ben sana yalnız şunu söyleyebilirim: “ Çocuk kalbinin, çocuk ruhunun bağdaşmadığı her şeyi reddettin. İşte beni teselli eden de budur. Bir şimşek gibi yaşadın sen. Bir defa çaktın ve söndün. Şimşeği çaktıran göktür. Ve gök ebedidir. İşte budur beni teselli eden. Bir başka tesellim daha var: insandaki çocuk vicdanı tohumdaki öz gibidir. Ve o öz olmadan tohum filizlenmez, gelişmez. Yeryüzünde bizi neler beklerde beklesin, insanoğlu doğdukça ve öldükçe, insanoğlu yaşadıkça, hak ve sorumluluk denen şey de var olacaktır…
Sana senin sözlerini tekrarlayarak veda ediyorum: “Merhaba Beyaz Gemi, ben geldim!”
23 Mayıs 2008: 14:01 #48505aleajactaestKatılımcıKendisi çok büyük bir yazardır, aynı zamanda edebiyat fakültesini de bitirmiştir. Yukarıda bahsedilmemiş, bilmeyenler için söyleyelim, ünlü “selvi boylum az yazmalım” öyküsünün yazarıdır. Geçenlerde hastalandığı yazıyordu, acil şifalar diliyorum…
- YazarYazılar
- Bu konuyu yanıtlamak için giriş yapmış olmalısınız.