- Bu konu 22 yanıt içerir, 1 izleyen vardır ve en son 17 yıl 3 ay önce Tazmania tarafından güncellenmiştir.
- YazarYazılar
- 9 Ekim 2007: 17:23 #15438TazmaniaÜye
Şairler ve Yazarlar (A-H Arası)
Ahmet Hamdi TanpınarAhmet Hamdi Tanpınar, 23 Haziran 1901 tarihinde İstanbul’da doğdu.İstanbul’da Ravaz-i Maarif İbtidaisi’nde, Sinop ve Siirt rüşdiyelerinde, Vefa, Kerkük ve Antalya sultanilerinde öğrenim gördü. Baytar mektebini bırakarak girdiği İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden 1923 yılında mezun oldu. Erzurum, Konya ve Ankara liseleriyle, Gazi Eğitim Enstitüsü ve Güzel Sanatlar Akademisi’nde edebiyat öğretmenliği yaptı, aynı akademide estetik ve sanat tarihi dersleri verdi (1932 – 1939). 1939 yılında İstanbul Üniversitesi’ne Yeni Türk Edebiyatı Profesörü olarak atandı. Maraş Milletvekili olarak 1942-1946 yıllarında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bulundu. Bir süre Milli Eğitim Müfettişliği yaptıktan ve Güzel Sanatlar Akademisinde eski görevinde çalıştıktan sonra 1949 yılında İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne yeniden döndü ve bu görevde iken 24 Ocak 1962 tarihinde İstanbul’da öldü.
Öykü Kitapları
Abdullah Efendi’nin Rüyaları (1943), Yaz Yağmuru (1955), Hik(yeler (Kitaplaşmayan iki hikâyesiyle birlikte tüm öyküleri, 1983).
Bir Öykü – BiR YOL
Birdenbire ayağa kalktı ve eliyle trenin penceresinden işaret ederek:
-İşte, dedi, şu gördüğünüz küçük yol, şu iki ağaç arasında tepenin eteğini kıvrılan patika… Fevkal(de hiçbir tarafı yok değil mi? Hemen her yerde bol bol rastgelebileceğimiz alelade bir şey… Bununla beraber nereye gittiğini, nereden geldiğini bilmediğim, bir dönemeçte kaybolan tozlu parçasından başka hiç bir tarafını tanımadığım bu yol benim hayatımda bütün bir sergüzeşttir.
Onbeş seneden beridir ki bu yolda her ay bir iki seyahat yaparım. Bu uzun şeridin iki yanında ve onun döne döne değişen ufkunda tanımadığım hiç bir şey yoktur. Yattığım yerden gözüme ilişen sivri bir kaya parçası, yalnız aydınlık havada ürperen tepesini gördüğüm bir ağaç, ne bileyim hatta daha alelade bir işaretle bütün ufku kendi kendime canlandıracak kadar bu yolların aşinasıyım, fakat yıllar var ki bu küçük yol parçasını, yol bile diyemeyeceğimiz bu dövülmüş kırmızı toprak genişliğini daima yeni, yepyeni bir şey gibi seyrettim. Onu her defasında görür görmez ürperdim, onda saadetlerin, hasretlerin, beklenilen şeylerin bütün güzelliğini ve şiirini duydum.
Şüphesiz bunda ilk defa gözüme çarptığı günün hususiyetinin de mühim bir hissesi vardır. İstanbul’dan soğuk ve yağmurlu bir günde ayrılmıştım, İlk çocuğum on gün evvel ölmüştü, karım hasta idi, başka üzüntülerim de vardı. Kısacası kaderle diş dişe, yumruk yumruğa olduğum günlerden biriydi.
Bilmem sizde de böyle midir; yolculuk benim üzerimde daima iyi ve unutturucu bir tesir yapar. Iztıraplarımızın, üzüntülerimizin mekanla, yahut hayatımızın tabii muhiti ile sıkı bir alakası olsa gerek. Bir muharririn dediği gibi, falan yerde en kesif şiddetinde olan bir acı iki yüz kilometre daha ötede ve başka insanlar içinde biraz daha hafif ve daha kabil-i tahammül oluyor. Bununla beraber acıdan acıya fark var. Ve benimki acıların en büyüğü, evlat acısı idi, üstelik de yağmur yağıyordu. Oh, size bu yağmurlu günlerin bende yaptığı aksülameli nasıl anlatmalı? Böyle günlerde ben değişir, büsbütün başka adam olurum. Başka bir adam, tam kelimesi değil… Bütün bir mazi, en kötü, en karanlık, en tamir edilmez taraflarıyla içimde canlanır, hortlaklarımla başbaşa kalırım. Böyle zamanlarda hayat sanki bütün çeşmelerini kapatır, yalnız bir tanesi, azap ve üzüntünün kaynağı kalır ve ben onun bulanık aynasında bütün ömrün en kötü muhasebesini yapa yapa kendimi seyrederim. Bu sefer de böyle oldu; her zaman ayak basar basmaz gündelik üzüntülerimden sıyrıldığım, yalnız kendimin olduğum Haydarpaşa garı bana bu sefer büyük ve karanlık bir lahit gibi geldi. Trene aynı ruh haleti içinde bindim. İzmit’e kadar hep aynı ıslak ve rutubetli hava içinde, tıpkı bir olukta seyahat eder gibi geldik. Hiç bir şey düşünmedim, hiç kimseyi görmedim, sadece vagonların üstüne ve pencerelerin camlarına değdikçe yağmurun çıkardığı sesi dinledim. Bir tabutta uyuyanlar yeraltının mutlak sessizliğinde kendi nabızlarını ancak böyle dinlerler. Zaman zaman içimdeki boşluğu kısa bir şimşek gibi oğlumun hatırası deliyor, bir an için onun küçücük ve muztarip yüzü, bir büyük örümcek gibi yağmurun dört bir tarafıma gerdiği kül rengi üzüntü ağlarının içinde uzanıyordu. O zaman ben bu hayalden kurtulmak için ellerimle yüzümü kapatıyor, biteviye yer değiştiriyordum. Sonra tekrar yağmurun sesine dalıyor, tekrar bu ince ve muzır ağın altında insana sıkıntının ve kabusun bizzat kendisi gibi görünen, güneşsiz, renksiz hayalet manzaralara dalıyorum.
İzmit’ten sonra uzun bir müddet yine böyle sürdü, sonra yağmur biraz diner gibi oldu, gök yükseldi; bulutların arasından çamur rengindeki dünyaya, başka renkler, iki gün süren bu kötü havanın unutturduğu sıcak kuvvetler girdi. Ve tren yavaşladı. O zaman ben, bu küçük yolun üzerinde iki günden beri ilk defa küçük bir güneş parçasını, küçük ve aydınlık bir halı gibi serilmiş buldum. Islak söğüt dallarına sevinçle yayılan ve sonra orada, yerde sıcak ve aydınlık bir müjde gibi biriken güneş… Ve aynı zamanda, bütün içimi altüst eden acaip akisli uğultu… O anda içimden geçenleri nasıl anlatmalı? Bu aylarca toprağın karanlığında kaybolan bir göğün birdenbire küçük bir filizle mavi havaya ve aydınlığa kavuşması gibi bir şeydi. İşte o zamandan beri bu yol, birçoğu, binlercesi gibi birkaç, yüz metre sonra küçük bir Anadolu köyünün inzivasında kaybolacağına hiç şüphe olmayan bu küçük ve sade yol benim için mahiyetini değiştirdi. Saadetin, ruh muvazenesinin bir nevi sembolü, kapısında güneşin divan durduğu bir iklimin başlangıç noktası oldu; ve müthiş bir arzu ile, her şeyi, bütün üzüntü ve kederlerimi, bütün sevgi ve zenginliklerimi burada bırakıp inmek, bu küçük yolda yürüyüp gitmek istedim.
Bana öyle geldi ki bunu yapacak olursam hayatımda her şey değişecek, bütün sefaletlerim, hasretlerim dinecek, yepyeni bir insan olacağım.
O zamandan beri dokuz sene geçti. Ölen çocuğumun acısını zaman ve yenileri unutturdu. Küçük sefaletlerim ve sıkıntılarım düzeldi, yahut yerlerine başkaları geldi. Her şey az çok değişti, fakat bu yolun benim içimdeki manası hep aynı kaldı. Onunla her karşılaşışımda hep aynı saadet hissi beni dayanılmaz kuvvetiyle çekti, her defasında oracıkta her şeyi bırakıp inmek ve o yolun uzletinde kaybolmak ihtiyacını duydum. Hatta şu anda bile aynı ihtiyacın içindeyim. Ne yazık ki…
Bu kaçınma ihtiyacına bakıp da beni, her an talihin yeni bir gadrine uğrayan, hayatı felaketlerle dolu biçarelerden sanmayınız. Herkes gibi ben de zaman zaman kaderin iyi veya kötü yüzüyle karşılaştım. Fakat düşünülürse ondan şikayete büyük hakkım yok. İyi bir kadınla evlendim, epeyce kazanıyorum, hayatım kendi çizilmiş yolunda düzgün ve rahat gidiyor. Bununla beraber ondan memnun değilim. İçimde kendi hayatımı yaşamadığım kanaati var. Daha samimi olayım ister misiniz? Bu yaşadığım hayat o kadar benim değil ki her hangi bir saatimde birisi gelip de bana “Haydi kalk, sıran geldi, kendi kendin ol!” diye bağırsa sanki böyle bir şey mümkünmüş gibi inanıp koşacağım. Bu his bende o kadar kuvvetli… Her hangi bir kalabalıkta kendimden başka herkes olmağa razıyım. Ah bir elbise değişir gibi hüviyetini değiştirebilmek, lalettayin içinde kaybolmak, bir avuç kum içinde, bir kum tanesi olmak ve böyle olduğunu dahi bilmemek. Ne bileyim, bir maske, bir numara, bir sicil varakası, bir manivela, bir çark, bir düğme, her şey olmak, yalnız…
Felaketim şu ki, ben zaman zaman kendimi bulan adamım. Niçin gülüyorsunuz? Beni bir budala zannetmeyiniz. Bu gülüşümden sizin bu azabı tanımadığınız anlaşılıyor. Kendi kendini bulmak… Bu hakikaten korkunç bir şeydir, fakat aynı zamanda güzel ve dikkate değer bir eğlence de olabilir. Bir sarhoş tasavvur ediniz ki kadeh elinde ve sofra başında birdenbire uyanıyor, kendisini ve etrafını görüyor, eşya ile, zaman ile kendi arasındaki alakanın istihzasına geçiyor; bu bedbahtı zannetmem ki bir daha kolay kolay kendinden geçirebilesiniz, elveda alkolün unutturucu cenneti… Bu uyanış şüphesiz ancak bir dakika veya bir saniye içinde olabilir, fakat bu saniye, bir uçurum başında birdenbire gözleri açılan bir adamın ürpermesiyle doludur.
Bakınız, bu ilk önce nasıl oldu: daha henüz çocuğumuz ölmemişti. Bir kış gecesi karım ve çocuklarımla beraber oturuyorduk. Ben yazı yazıyordum, oğlum ayaklarımın dibinde oynuyor, karım biraz ötede, zannedersem, bir şey örüyordu. Küçük kızım onun dizlerine abanmış, elinin hareketiyle beraber gidip gelmeğe çalışıyordu. Odamız sıcak ve sakindi. Bu aile ve ev dediğimiz acaip kuruluşun o cins anlarından biriydi ki dışarıdan aydınlık ve buğulu penceremize, odanın içinde arasıra gidip gelen gölgelerimize bakan her hangi bir yolcuya ufak bir kıskançlık hissi verebilir ve boş geçmiş ömrü için onu acı acı düşüncelere daldırabilirdi.
Nasıl oldu ben de bilmiyorum; birdenbire olduğum yerde çok uzun bir uykudan uyanmış gibi doğruldum ve etrafıma şaşkın şaşkın bakmağa başladım. İnsan, eşya, bütün etrafımdakiler benimle alakalarını kesmiş gibiydiler, her şey, hepsi bana yabancı oluvermişti. Bu kadar senelik karımı, kendi çocuklarımı, evimi, odanın her bir vaktinde hayatımın bir hadisesi olmuş eşyasını, velhasıl elimdeki işe ve üstümdeki elbiseye kadar hiç bir şeyi tanımıyordum. O anda bir aynada kendi yüzümü görsem belki onu da tanıyamazdım. O kadar kendi hakikatimde, rüyalarımın hakikatine uyanmıştım. Bu ne Baudelaire’in çift odasına, ne de Quincey’nin afyonun cennetinde gördüğü rüyalardan realiteye dönüşüne benziyordu. Bu daha sade bir şey, uzun gafletinde birden uyanan ruhun kendi kendisine tertip ettiği bir nevi cürmümeşhuttu. Hakikaten bütün bunların benim içimle, günlerin sefaleti altında haberim olmadan için için kaynayan asıl benliğimle ne alakası olabilir? Bu siyah, uzun saçları geçmiş güzelliğinden muhteşem bir yadiğar gibi duran bitkin yüzlü kadın kimdi? Bununla beraber onun kendi karım olduğunu, bu çocukların kendi çocuklarım olduğunu biliyordum. Kendi kendime mütemadiyen koskoca on seneyi, bu kapanık odada, bu acaip ve manasız eşya arasında, bu şimdi bana yabancı birer sembol gibi görünen çehreler arasında nasıl geçirdiğimi soruyorum. Nihayet dayanamadım, lalettayin bir mazeret uydurarak sokağa fırladım. Bugün olmuş gibi hatırımdadır; soğuk, aydınlık bir kış gecesiydi, sokaklarda hemen hemen kimse yoktu, durmadan dinlenmeden, kendi kendime “Niçin, niçin böyle oldu, niçin böyle olsun?” diye sora sora yürüyordum. Bir müddet sonra yoruldum, küçük bir kahveye girdim. Tanımadığım birtakım adamlar tütün ve nefes kokan bulanık hava içinde gülerek bağırarak konuşuyorlar, oyun oynuyorlardı. Ben de bir köşeye çekildim. O zamana kadar gece vakti evimden dışarıya ancak sinema, tiyatro gibi şeyler için çıkardım. Zaten böyle bir itiyadı bir türlü anlıyamamıştım. Fakat şimdi yadırgamıyor, hatta bir nevi sıcaklık duyuyordum. “Burası bizim (rafımız olsa gerek…” diye düşündüm, sonra yavaş yavaş etrafımdakilere bakmağa başladım.
Bir insan yüzünün en manalı bir alem olduğunu ben o geceye kadar anlıyamamıştım. Hayat dediğimiz o girift oyunun, aktörlerini bu kadar kuvvetle benimseyeceğini, onların her hal ve tavrına kendi akışının damgasını bu kadar kuvvetle vuracağını hiç düşünmemiştim. Yüz buruşuğunun, göz altındaki her hangi bir çizginin, dudak kenarındaki bir kıvrımın, ne bileyim, konuşmadan evvelki bir saniyelik bir tereddüdün, küçük bir el işaretinin, manasız ve ehemmiyetsiz bir bakışın, her gülüşün, bir omuz düşüklüğünün bütün bir ömrü en ince, en karışık, en nüfuz edilmez taraflarından anlatacak birer emare, birer işaret olduğunu hiç düşündünüz mü?
Karşımda bana arkasını dönmüş, tavla oynayan bir adamcağız vardı. Orta boylu, zayıf, başı tepesine doğru açılmış otuz, otuz beş yaşlarında bir insan; her gün sokakta, dairede, lokantada rastladığımız insanlardan biri. Başı biraz kalkık omuzlarının arasına sonradan yapıştırılmış gibi gömülü, sırtı biraz öne bükük, ikide bir kontrolsüz bir hareketle sağ elini alnına doğru kaldırıyor, sanki görünmeyen zehirli bir böceği kovalıyordu. Bu sinirli, zayıf el ile beraber bu kemikli başın ikide bir böyle arkaya doğru gidişi ne korkunç, ne zalim bir şeydi! Bir iki defa yanındakilerle konuşmak için yüzünü benden yana doğru çevirdi.
Ne karışık bir çehresi vardı. Geniş alnı, gözlerinin ve dudaklarının kenarı, kırışık ve çizgi içindeydi. Bununla beraber yalnız bir bakışını tuttuğum gözleri ne kadar genç ve iri idi. Müthiş bir hareket bolluğu içinde kızararak, konuşarak, şansa lanet ederek oynuyordu. Birdenbire zarları bıraktı. Müthiş bir şey olmuş gibi bir an durdu, düşündü. Sonra hafif bir omuz kaldırışıyla ayağa kalktı, yukarıda bahsettiğim el işaretiyle fikri sabitini bir kere daha koğdu. Oyun arkadaşıyla hesabını görerek, yine başı omuzlarına gömülü, kendi içine katlanmış hüviyetiyle, fakat bu sefer nisbeten daha sakin bir yüzle kahveden çıkıp gitti. Niçin oyun ortasında zarları bıraktı? Ayakta neyi düşündü ve neye karar verdi? Niçin bir dakika evvel omuzları o kadar çökük ve mahkumdu ve neden kahveden çıkarken bütün hüviyetinde bir nevi sükunet ve kayıtsızlık vardı? Muamma.
Tam karşımda ayak ayak üstünde oturan bir başkası hiç durmadan sol ayağını sallıyor, bir taraftan da mütemadiyen tırnaklarını kemiriyordu. Ne garip bir adamdı bu! Küçücük yüzü insana bir çekmece hissini verecek kadar kilitli idi. Kim bilir kaç uzun tahammül ve zillet senesi bu yumruk kadar küçük yüzden, bu acayip ve sır sızmaz maskeyi çıkarmıştı. Bir başkası konuşurken ellerinin ve kollarının mübalağalı işaretleriyle kendisini adeta dört bir tarafa dağıtır gibiydi.
Bütün bunları düşüne düşüne eve döndüm. Bu sessiz ıztırabı, bu adeta tabii addedilen cehennemi görmek beni biraz teskin etmiş, kendi hayatımla aramda biraz evvel bozulmak üzere olan muvazeneyi iade etmiş gibiydi. Bununla beraber o muvazeneyi bir daha hiç bir zaman bulamadım. Olan olmuştu. Artık bundan sonra bu bende bir itiyat oldu.
Hayatımın üzerinde düşünmeğe başlamıştım. Bütün iradem, bütün gayretim bir daha o eski sükuneti bana iade ettirmedi. Gündelik hayatımla arama yaşanmamış rüyaların azabı girmişti. Hayat oyununu en büyük ciddiyetle oynamaya hazırlandığım bir anda geçmiş yıllar, karşıma dikiliyor ve benden hesabını soruyordu. O günden sonra artık bir an bile yalnız değildim, soframda, yatağımda, çalışma masamda bir misafir, dişleri hiddet ve kinden kısık, gözlerinde boşa gitmiş bir ömrün bütün bıkkınlığı toplanan bir zavallı vardı ve bana pişmanlığın şuuruyla kısılmış sesi durmadan fısıldıyordu: “Ömrünü, ömrünü ne yaptın?” Ve ben bütün uzviyetimde bir yılan gibi gezen bu zehirli sesin tenbihi altında yapacağımı unutuyor, anı ve mekanı unutuyor, başta kendim olmak üzere her şeyden, yaşanmış ömrümden, gelecek senelerimden, bütün etrafımdan nefret ediyor, kaçmak, kaybolmak, kurtulmak istiyordum.
Artık uyku bile benim için bir şifa değildi. Çünkü onda da riyaların zalim ısrarı vardı. Size bu rüyaları nasıl anlatmalı? Hemen her safhasında vaktiyle sevilmiş bir genç kızın, şimdi nerede olduğunu, nasıl bir talihle yaşadığını bilmediğim sarı saçlı, büyük mavi gözlü, nerkis boyunlu genç bir kızın bir nevi “laytmotif” gibi dolaştığı bu rüyalar… Bu, hasta kafanın kendi vehim ve gölgelerinden yarattığı değişici ve korkunç alem…
İşte bu yol, bu küçük acaip yol, ben bu ruh haletinde iken karşıma çıktı ve benim için birdenbire yepyeni bir hayat imkanının, kendi kendimi bundan sonra olsun gerçekleştirebilmek imkanının bir nevi müjdesi gibi oldu.
Evet, pekala biliyorum ki, bir gün ben her şeyi bırakıp bu küçük yola dalarsam onun bittiği yerde bütün saadet ve hasretlerimi, eski yaşanmış rüyalarımı bulacağım, temiz, yepyeni, mesut bir adam olacağım.
Bunu biliyorum, fakat yapamayacağımı da biliyorum. Halbuki bir ömür yaşanmağa değer bir şeydir.9 Ekim 2007: 17:24 #41738TazmaniaÜyeAHMET MUHTAR PAŞA
Asker-Yazar
Yazar, tarihçi, tümgeneral ve ilk Askeri Müze Müdürüdür.1861 yılında İstanbul’da doğdu. Kolağası Hasan Bey’in oğlu ve yazar Sermet Muhtar Alus’un babasıdır. 1880 yılında Harp Okulundan topçu subayı, 1883 yılında Harp Akademisinden Kurmay Yüzbaşı olarak mezun oldu. Harp Okulunda ve Topçu Okulunda görev aldı. 1908 yılında Tümgeneralliğe yükselerek Askeri Müzeye ilk müdür olarak atandı. Bir depo halinde olan Askeri Müzeyi kuran kişi olarak tanınır. Yeniçeri giysilerini Askeri Müzeye taşıttı. Silah tetkiki için bütün Avrupa şehirlerini dolaştı. 16 Mart 1926 tarihinde 65 yaşında iken İstanbul’da vefat etti.
Kaynak:Osmanlı Tarihi Yazarları M.Orhan Bayrak İstanbul 1982 sf.21
9 Ekim 2007: 17:25 #41739TazmaniaÜyeALİ BULAÇ
yazar-gazeteci
1951 yılında Mardin’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini Mardin’de, yüksek öğrenimini İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü (1975) ve İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde (1980) yaptı. 1976’da Düşünce Dergisi ve Düşünce Yayınları’nı, 1984’te İnsan Yayınları’nı kurdu. 1987 yılında Zaman Gazetesi’nin kurucuları arasında yer aldı ve bir yıl Gazete’nin İstanbul Büro Şefliği görevini yürüttü. 1985-1992 yılları arasında Kitap Dergisi’ni, yönetti. Çeşitli dergilerde, Milli Gazete, Yeni Devir, Yeni Şafak ve Zaman Gazetesi’nde çok sayıda yazı ve araştırmaları yayınlandı. 1988’de Türkiye Yazarlar Birliği “Fikir Ödülü”nü aldı. Evli ve dört çocuk babası olan yazar, halen Zaman gazetesinde günlük yazılar yazmaktadır.
ESERLERİ: Modern Ulus Devlet, Çağdaş Kavramlar ve Düzenler, Kutsala tarihe ve hayata Dönüş,Din ve Modernizm,Din Felsefe Vahiy Akıl İlişkisi, Modernizmİrtica Sivilleşme, İslam ve Demokrasi, İnsanın Özgürlük Arayışı,İslam Dünyasında Düşünce Sorunları, İslam ve Fanatizm, İslam Dünyasında Toplumsal Değişme, Bir Aydın Sapması, Nuh’un Gemisine Binmek, Ortadoğu’dan İslam Dünyasına, Tarih Toplum Gelenek, İslam ve Fundamentalizm
9 Ekim 2007: 17:26 #41740TazmaniaÜyeA.TURAN ALKAN
ESERLERİ:
ALTINCI ŞEHiR
Üniversite yılları sayılmazsa hep Sivas’ta yaşamış ve sevdiği şehri bütün hurda teferruatı ile tanımış bir aydın olan Ahmet Turan Alkan, folklorla sınırlı kalmayıp Türkiye’de yaşanan büyük değişmeyi Sivas bazında incelemiş olmak bakımından diğer şehir tarihçilerinden ayrılır. Altıncı Şehir, bu bakımdan sadece Sivas’ın değil, bütün Türkiye’nin hikâyesidir.
ATEŞ TECRÜBELERi
Ahmet Turan Alkan, bir prototip, bu toprağın değerlerine sımsıkı bağlı, fakat ufku sonsuzluk ölçeğinde açık, içinde yaşadığımız çağın ve Türkiye’nin bütün meselelerini derinliğine kavramış yeni Türk aydınının prototipi… Ateş Tecrübelerinde bunu göreceksiniz.
ÜÇ NOKTANIN SÖYLEDiĞi
Üç noktanın ima ettiğini, yeri gelir, bütün bir edebiyat şerhten âciz kalır. Nokta dediğimiz, adı üstünde noktadır işte. Geometrinin başlangıç yeri, sözün sonudur. “İlim bir nokta idi, onu cahiller çoğalttılar” sözü, size noktanın basitliğinde gizlenen olgunluk ve mükemmeliği çağrıştırabilirse de, sıradan üç noktanın ima ettiği mutlaka daha fazla birşeydir. Çünkü üç nokta arasındaki mesafaye kendinizi koyabilirsiniz; hayalhanenizi, hislerinizi ve tasavvurlarınızı. Üç noktalık bir hacmi siz inşa eder ve orada kendinizi tarif edebilirsiniz.
9 Ekim 2007: 17:27 #41741TazmaniaÜyeBAHAEDDiN ÖZKiŞi
(1928- 15 Kasım 1975) Yazar, İstanbul’da doğdu. Sultanahmet Sanat Enstitüsü’nü bitirdi (1946). İstanbul Teknik Üniversitesi Makine Fakültesi Teknoloji Kürsüsü’nde kaynak öğretmeni idi (1956).KÖSE KADI
Bu roman, kendilerini, varlığının her zerresi ile Devlet-i Ebed Müddet’e adamış Osmanlılar’ın serhadlerdeki hikâyesini anlatır. Bir bakıma Osmanlı’nın yükselişinin sonu, düşüşün başlangıcı devresinin hikâyesidir.
SOKAKTA
Tarihimizin son 150 yılını konu olarak almıştır.
GÖÇ ZAMANI
Kısa hikâyelerden bir demettir.
9 Ekim 2007: 17:28 #41742TazmaniaÜyeBedri Rahmi Eyüboğlu
ressam-şair
1913 yılında Görele’de doğdu. Ailesinin beş çocuğundan ikincisidir.Trabzon Lisesi’nde okurken, 1927’de bu okula resim öğretmeni atanan Zeki Kocamemi’nin öğrencisi oldu. Onun derslerinin etkisi ve okul müdürünün özendirmesiyle 1929’da İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’ne (şimdi Mimar Sinan Üniversitesi) girdi. Burada Nazmi Ziya ve İbrahim Çallı’nın öğrencisi oldu. 1930’da eğitimini bitirmeden, ağabeyisi Sabahattin Eyüboğlu’nun yanına Paris’e gitti. Orada André Lhote’un yanında resim çalıştı. Daha sonra evleneceği Rumen asıllı eşi Eren Eyüboğlu ile de burada tanıştı.Yurda döndükten sonra 1934’te D Grubu’nun dördüncü sergisine otuz resmi ile katıldı. İlk kişisel sergisini de aynı yıl Bükreş’te açtı. 1934’te katıldığı Akademi’nin diploma yarışmasında üçüncü oldu. Bu derece ile mezun olmak istemediği için bir yandan diploma yarışmasına yeniden hazırlanırken, bir yandan da Çerkeş demiryolu yapımında tercümanlık yaptı, Tekel Genel Müdürlüğü’nde çalıştı 1936’daki diploma yarışmasında Hamam adlı kompozisyonuyla birinci oldu. Aynı yıl Moskova’da düzenlenen Çağdaş Türk Sanat Sergisi’ne katıldı. 1937’de Cemal Tollu’yla birlikte Akademi’nin Resim Bölümü Şefi Léopold Lévy’nin asistanı oldular. Bedri Rahmi birçok ressamın katıldığı CHP’nin kültür programı çerçevesinde resim yapmak için 1938’de Edirne’ye, 1941’de de Çorum’a gitti. Geleneksel süsleme ve halk el sanatlarından seçtiği motifleri eserlerinde başarılı bir bireşimde kullandı. Bu dönem resimlerinde köy manzaraları, köy kahveleri, faytonlu yollar, iğde dalı takmış gelinler gibi Anadolu’ya özgü görünümler egemendir.1940’lardan sonra duvar resimlerine yöneldi. İlk duvar resmini 1943’te İstanbul’da, Ortaköy’deki Lido Yüzme Havuzu için yaptı. 1947’de İstanbul’da özel bir atölye ve galeri açtı. 1950’de Ankara’da sanatının o güne kadarki bütün dönemlerini kapsayan bir sergisi düzenlendi. Bedri Rahmi aynı yıl bir kez daha Paris’e gitti.1950’de Mozaik çalışmalarına başladı. 1958’de Uluslararası Brüksel Sergisi için 272 m²’lik bir mozaik pano gerçekleştirdi ve bu eseriyle serginin büyük ödülü olan altın madalyayı kazandı. Bundan bir yıl sonra Paris’teki NATO yapısı için, şimdi Brüksel’de bulunan, 50 m²’lik bir mozaik pano hazırladı. 1960 ve 1961’de iki kez ABD’ye gitti. Orada birçok geziye katıldı, konferanslar verdi ve resim çalışmaları yaptı1969’da Sao Paulo Bienali’nde (iki yıllık sergi) onur madalyası kazandı. Ayrıca 1940’ta Devlet Resim ve Heykel Sergisi’nde resim dalında üçüncülük, 1943’te aynı serginin 4.sünde ikincilik ve 1972’de de 33. sergide birincilik ödülünü aldı. Ölümünden sonra 1976’da Ankara’da “Yaşayan Bedri Rahmi” adıyla bir sergisi düzenlendi. Aynı yıl İstanbul’da da Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde adına düzenlenen bir sergiyle anıldı 1984’te İstanbul’da “Bedri Rahmi-Her Dönemden” adlı bir toplu sergisi açıldı.Bedri Rahmi Akademi’deki ilk yıllarından sonra temel bilgilerini Paris’te André Lhote’un akademisinde edinmesine karşın onun kübist ve yapımcı (konstrüktif) yaklaşımını benimsememiş, Dufy ve Matisse’i kendine daha yakın bulmuştur. Paris’ten döndükten sonra Anadolu ve Trakya gezilerinde yaptığı resimlerle İstanbul görünümlerinde Dufy’nin renk ve çizgi anlayışının etkileri görülür. Zamanla bu etkiden sıyrılan Bedri Rahmi halk sanatını sağlam bir kaynak olarak görmeye başlamıştır. Halk sanatından yola çıkarak yeni anlatım biçimleri aramıştır. Minyatürlerden de esinlenmiştir. Anadolu kilimlerinin geometrik, soyut biçimleri, çini, cicim, heybe, yazma ve çorapların bezeme düzeni ve renk uyumlarını kaynak olarak kullanmış, motifin ağırlık kazandığı süslemeci bir tutumla resimler yapmıştır. Ancak, yalnızca motifleri resme uygulamakla yetinmemiş, renk ve malzeme araştırmalarına da girmiştir. Çeşitli teknikleri deneyerek gravür, mozaik, heykel ve seramik alanlarında birçok ürün vermiştir. Yine bir halk sanatı olan yazmacılığa da yönelmiş, kumaş üstüne baskılar yapmış, bu çalışmalarını öğrencileriyle birlikte de yürütmüştür. İki yıl kadar süren ABD gezisinden sonra değişik malzemelerden yararlanarak soyut resimler ve renk düzenlemelerine yönelmişse de son yıllarında yeniden eski konularına dönmüştür. Kemençeciler, gecekondular, hanlar, kendi portreleri, balıklar ve kahvelerle, yeni renk ve doku deneyimlerinden de yararlanarak ustaca eserler vermiştir. Çağdaş resim öğelerini de içeren bu çalışmalarında, konu soyuta yaklaştığı oranda, resmin de bir tür “nakış”a dönüştüğü izlenir. Bedri Rahmi 1927’de başladığı resim öğretmenliğini ölümüne kadar sürdürmüş, Akademi’deki atölyesinde sayısız öğrenci yetiştirmiştir.
ŞİİRLERİ-YAZILARI
Bedri Rahmi 1928’de daha lise öğrencisiyken şiir yazmaya başlamıştır.Şiirlerine, 1933’ten sonra Yeditepe, Ses, Güney, İnsan, İnkılapçı Gençlik ve Varlık dergilerinde yer verilmiştir. 1941’den başlayarak çeşitli şiir kitapları yayımlanmıştır. Halk edebiyatının masal, şiir, deyiş gibi her türüne karşı duyduğu hayranlık, şiirlerine de yansımıştır. Halk dilinden ve şiirinden aldığı öğeleri kendine özgü bir biçimde kullanarak halk diline yaklaşma çabasını sonuna dek götürmüştür. Bu nitelikleriyle şiirleri, resimleriyle büyük bir benzerlik gösterir. Akıcı, rahat bir dille kaleme aldığı gezi ve deneme yazılarında ise sürekli gündeminde olan halk kültürü, halk sanatı konularındaki görüşlerini sergilemiştir. 21 Eyül 1975’te İstanbul’da öldü.
ESERLERİ:
Resim: Paris, Mustafa Eyüboğlu, 1933; Yazılı Natürmort,1936; Salı Pazarı, 1938; Eren, 1940; Nallanan Öküz, 1947; Düşünen Adam, 1953; Köylü Kadın (Tren-Yataklı Vagon), İstanbul Resim ve Heykel Müzesi; Karadut Satıcısı, 1954; Çömelmiş Köylü, 1972; Ankara’nın Kavakları,1973; Mor Takkeli Hacı, 1974; Son Kahve, 1975; Anadoluhisarı, Ankara Resim ve Heykel Müzesi; Çıplak; Ev İçi, İstanbul Resim ve Heykel Müzesi; Han, 1975; son resmi. Duvar Resmi: Lido Yüzme Havuzu’nda duvar resmi; 1943, Ortaköy/İstanbul;Hilton Oteli’nde duvar resmi; Divan Oteli’nde duvar resmi. Mozaik Pano: Uluslararası Brüksel Sergisi için mozaik pano, 1958; Nato yapısında mozaik pano, 1959, Brüksel; İşçi Sigortaları Hastanesi’nde seramik pano, 1959, Samatya/İstanbul; Etibank yapısında seramik pano, Ankara; Marmara Oteli’nde mozaik pano, Ankara; Vakko Fabrikası’nda mozaik pano, Topkapı/İstanbul. Duvar Kabartması: Manifaturacılar Çarşısı’nda duvar kabartması,Unkapanı/İstanbul; Aksu İşhan’ında duvar kabartması, Karaköy/İstanbul. ESERLERİ: Şiir: Yaradana Mektuplar, 1941; Karadut, 1948; Tuz, 1952; Üçü Birden, 1953; Dördü Birden, 1956; Karadut 69, 1969; Dol Karabakır Dol, 1974, tüm şiirleri; Yaşadım, 1977. Gezi ve Deneme: Cânım Anadolu, 1953; Tezek, 1975; Delifişek, 1975; Resme Başlarken, 1977. Monografi: Nazmi Ziya, 1937. Resim Albümü: Binbir Bedros, 1977, Karadut, 1979; Babatomiler, 1979.
9 Ekim 2007: 17:28 #41743TazmaniaÜyeBEHİŞTİ ÇELEBİ
Yazar-Tarihçi
Tarihçi, divan şâiri ve sancakbeyidir.Çorlu yakınında Karıştıran’da doğdu. Karıştıran Süleyman Bey’in oğludur.Öğrenimini Edirne’de yaptı.Sancakbeyi iken kendisine kızan II. Bayezıd’dan korkarak Herat’taki Timur soyundan Türk Sultanı Hüseyin Baykara’nın yanına kaçtı.Affedilince İstanbul’a döndü.Hüseyin Baykara’dan II. Bayezıd’a çeşitli armağanlar getirdi.Padişaha Kerem redifli kasidesini sundu.Beylerbeylik verilerek İstanbul’a yerleşti. 1501 yılında vefat etti.
Eserleri:Behişti Tarihi, Hamse.
Kaynak:Osmanlı Tarihi Yazarları M.Orhan Bayrak İstanbul 1982 sf.65
9 Ekim 2007: 17:29 #41745TazmaniaÜyeBEŞİR AYVAZOĞLU
(1953 – ) Yazar, şair. Sivas’a bağlı Zara’da doğdu. Bursa Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü’nü bitirdi (1975).
ESERLERi:
GÜLLER KiTABI
Beşir Ayvazoğlu’nun Türk zevk tarihinin çiçeklerle ilgili tarhlarında dolaştığı ve okuyucuyu dolaştırdığı şahane bir eserdir.
AŞK ESTETiĞi
Türk-İslam sanatlarının ardındaki dünya görüşünü anlama çabasından doğan Aşk Estetiği, kendi estetik dünyamıza kendi gözümüzle bakma denemesidir.
YAHYA KEMAL (EVE DÖNEN ADAM)
Yazar bu kitapta, büyük şairin “eve nasıl döndüğünü” ve “evin şiirini” nasıl yazdığını anlatıyor.
TARIK BUĞRA (GÜNEŞ RENGi BiR YIĞIN YAPRAK)
Sanat anlayışının, dilinin ve üslûbunun farklılığı dolayısıyla ister istemez kendi neslinden koparak modaların dışında bir yazarlık macerası yaşayan Tarık Buğra, aslında yalnız bir adamdı, fakat yalnızlığını bereketli bir kaynak haline getirebilmişti. Beşir Ayvazoğlu, elinizdeki kitapta onun bu yazarlık ve yalnızlık macerasını anlatıyor.
GELENEĞiN DiRENiŞi
Bu kitapta, gelenek kavramı, bir kültürün kendisini devam ettirme, değişirken bile kendisi olarak kalma refleksi olarak yorumlanmış ve Türkiye’de, iki yüz yıllık Batılılaşma döneminde, varlığını korumaya çalışırken yaşadığı heyecan verici maceralar anlatılmıştır.
ŞiiRLER
Ayvazoğlu, şiiri, bir davayı anlatma aracı olarak değil, dilin asırlar içinde biriktirerek bünyesinde gizlediği zenginlikleri ve beşeriyi keşfetme çabası olarak görüyor. Yazar diğer şiir kitaplarında yer alan şiirlerin büyük bir kısmını bu kitaplara girmeyen şiirlerle buluşturdu.
DEFTERiMDE 40 SURET
Eskiden, insan için âlem-i sugra, yani küçük âlem derlermiş, ne kadar doğru. Bana sorarsanız, her insan ayrı bir âleme açılan bir kapı; o kapıdan içeri girdikten sonra, labirentlerinde kaybolmak işten bile değil, Freud’ların mroydların başlarına gelen nedir? Sıradan zannettiğimiz insanların bile uçsuz bucaksız iç dünyaları varsa, bilim, sanat ve hareket adamlarının dünyalarının büyüklüğünü varın siz hesap edin. Doğru söylüyorum, onları derinliğine anlamaya çalışmak, galaksiler arası yolculuğa çıkmak gibi bir şey olmalı.
ŞEHiR FOTOĞRAFLARI
Eski şehir fotoğraflarına bakarken, ucundan kıyısından yaşadığımız, fakat anlamaya fırsat bulamadan kaybettiğimiz hayatın dimağımda kalan tadını yeniden yaşıyorum. Bize gelinceye kadar yavaş yavaş incelen ip birdenbire kopmuş, kendimizi alabildiğine farklı bir dünyada buluvermiştik. Asıl kopuşu benim de mensup olduğum neslin yaşadığını söylemek istiyorum. Eskiden usul usul ve kendiliğinden yok olan evlerin buldozorlerle yıkılıp yerlerine bilmem kaçar katlı apartmanların dikildiğini gördük. Radyonun bile lüks sayıldığı evlerden çıkıp borç harç renkli televizyonlar, videolar, bilgisayarlar edinen garip bir nesiliz. Kaçınılmaz bir şeydi bu. Dünya kaç bucakmış öğrendik. Şimdi içinden çıkıp geldiğimiz hayata o kadar uzaklardan bakıyoruz ki! Başka hiç bir nesil bizim yaşadığımız âni değişmeyi yaşamamıştır. Bu, büyük bir şok olduğu kadar, şüphesiz, bulunmaz bir tecrübedir de.
9 Ekim 2007: 17:30 #41746TazmaniaÜyeCahit Sıtkı Tarancı – (1910-1956)
Diyarbakır’da doğdu. Galatasaray Lisesi’ni bitirdi. Mülkiye Mektebi’nde okudu. Paris’e gitti. ikinci Dünya Savaşı çıkınca geri döndü. Çevirmenlik yaptı. Ağır bir hastalığa yakalandı. Viyana’ya götürüldü. Orada öldü. Ankara’ya getirilip toprağa verildi. Otuz Beş Yaş şiiriyle ün yaptı. Hayat, aşk ve ölüm, şiirlerinin başlıca temalarını oluşturmaktadır. Ömrümde Sükût, Otuz Beş Yaş, Düşten Güzel ve Sonrası adlı şiir kitapları bulunmaktadır.
Şiirlerinden örnekler;
DESEM Kİ
Desem ki vakitlerden bir Nisan akşamıdır,
Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor,
Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,
Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim,
Senden kopardım çiçeklerin en solmazını,
Toprakların en bereketlisini sende sürdüm,
Sende tattım yemişlerin cümlesini.Desem ki sen benim için,
Hava kadar lâzım,
Ekmek kadar mübarek,
Su gibi aziz bir şeysin;
Nimettensin, nimettensin!
Desem ki…
İnan bana sevgilim inan,
Evimde şenliksin, bahçemde bahar;
Ve soframda en eski şarap.
Ben sende yaşıyorum,
Sen bende hüküm sürmektesin.
Bırak ben söyleyeyim güzelliğini,
Rüzgârlarla, nehirlerle, kuşlarla beraber.
Günlerden sonra bir gün,
Şayet sesimi farkedemezsen,
Rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden,
Bil ki ölmüşüm.
Fakat yine üzülme, müsterih ol;
Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini,
Ve neden sonra
Tekrar duyduğun gün sesimi gökkubbede,
Hatırla ki mahşer günüdür
Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum.
AŞK
Açınca baharın dişi gülleri,
Bir başka rüzgâr eser bahçelerde.
Dinle çılgınca öten bülbülleri;
Sorma niçin düştüğünü bu derde.De ki: – Aşktır şâdeden gönülleri;
Perişan, berbat eden gönülleri.
Aşk söyletir en yanık türküleri,
Ay buluta girdiği gecelerde.BİR ÖLÜNÜN ARDINDAN
Kabrime çiçek getirenlere gülerim;
Gafil kişilermiş şu insanlar vesselâm;
Bilmezler ki bu kabirle yoktur alâkam;
Ben o çiçeklerdeyim, ben bu çiçeklerim.9 Ekim 2007: 17:31 #41747TazmaniaÜyeCENGiZ AYTMATOV ‘UN HAYATI VE ESERLERİ
Cengiz Törekuloviç Aytmatov 12 Aralık 1928 tarihinde Kuzeybatı Kırgızistan’da Şeker adlı bir köyde doğdu.Babası Törekul Aytmatov at yetiştiricisiydi. Kırgızistan’a,dağlık yörelere Ekim devrimi daha yeni ulaşıyordu. Yazarın çocukluk yılları sistemin yeni yeni yerleşmeye başladığı yıllararastlar.Geçmişe bağlı yaşlı neslin yanında yeni düzene ayak uydurmuş genç kuşak da toplumdaki yerlerini alıyorlardı. Yazar kolhoz tarlalarında çalıştı.Çevresini,tabiatı,insanları o yıllarda tanımaya başladı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında bütün yetişkinler savaşta oldukları için gençlere çok iş düşüyordu. Henüz on beş yaşındayken köyü sovyetinde sekreterlik yaptı,tarım makinalarının hesaplarını tuttu. Daha sonra Kazakistan’daki Cambul veterinerlik teknik okulunda okudu Ardından Frunze(bugünkü Bişgek tarım enstitüsünde okudu.Zooteknisyen olarak bütün ülkeyi ,Kazakistan’ı dolaştı. Aynı zamanda da bir gazeteci sıfatıyla çalışıyor,sürekli gözlem yapıyordu. Pek çok genç nesil mensubu gibi halkından uzaklaşmadı,insanına daha da yakınlaştı. Kırgız gazetelerindeki yazıları,redaksiyon servislerinde aldığı görevler ,muhabirlik faaliyetleri onu yavaş yavaş edebi dünyaya hazırlıyordu.Yazarın akıcı uslubu,kurgudaki başarısı bu ön araştırmalarıyla yakından ilgilidir. Ayrıca bu yıllar geçmiş ile geleceğin kesiştiği bir noktaydı.Her iki dünyayı ve her iki insan tipini çok iyi tanıyordu. Süpeyçi adlı hikayesinin kahramanı baraj mühendisi Beknazar ve Beyaz Yağmur’un kahramanı Zeynepapaalışılagelmiş hayatı temsil ederler.Yeni ahlaki normlar ile eskiyi yaşamakta direnen insanların çatışması eserlere hakim konudur.
Rakipler adlı eserin kahramanı Karatay,Baydamtal Irmağı’nın kahramanı Nurbek, yeni neslin uyanışını temsil eder Bugünle ve geçmişle, yaşlı kuşaklarla çatışmaları anlatılır. Bu eserlerde yazar henüz heyecanıyla yaz-makta ne ciddi bir edebi endişe ne de teknik görülmemektedir.Eserler genel çerçeveleri ile eski ile yeninin çatışması üzerine kurulduğu için estetikten çok didaktik bir endişeye rastlanmaktadır. Ama daha sonraki eserlerinde gördüğümüz yapının ilk adımları olarak değerlendirebileceğimiz bu çalışmalar çark içinde yer alma çabasını göstermesi açısındanönemlidir. Yazarın kendini ispat için zorlama düşüncelere saplandığını da söylemek mümkündür.
Yazar bundan sonraki çalışmalarında 50’li yıllarda kaleme sarılan,Sovyet yazarları arasındadır.Diğer pek çok yazardan farklı olarak yerel kültüre çok büyük önem ve değer verdiğini görürüz.Eleştirileri geçmişin hatalı olduğuna inandığı ögelerinedir. Topyekün bir eleştiriye rastlamayız.Daha önceki kuşağın yazarları milli bir edebiyatın temelini pek sağlam olmasa da atmışlardı. Şimdi mesele yeni kuşağın, yeni düzenle barışık olarak eserler vermeleriydi. Rus edebiyatının bütün dünyada da bilinen engin ufuklarından da yararlanılmalıydı.Unutulmaması gereken bir diğer gerçek ise yazılı edebiyat ürünü olmamakla birlikte Kırgızların tarihinde, eşi benzeri görülmemiş bir destan,halk ansiklopedisi olan Manas Destanı duruyordu.Bu destanların dilden dile dolaşmaya başladığı yıllarda vahşi hayattan yeni yeni kurtulmaya çalışanbir Rus toplumu vardı. Belki Kırgızlar yerleşik hayata yeni uyum sağlıyorlardı ama Er Manas bütün ihtişamıyla onların yanındaydı. Kuşaktan kuşağa akıp gelen bu sınırsız mısralarla birlikte masal,efsane,türkü kültürü de ihmal edilemeyecek bir tabii hazine durumundaydı. Ve bu değerler bütününden en iyi yararlanabilen yazar ise Cengiz Aytmatov’du.Aytmatov’un ilk eserleri bu tarihi ögelere, kendi yöresinin, Talas VadisininKültürüne dayalıydı.Folklorik unsurlar ,masal kahramanları, geleneğin taşıdığı tecrübe ,yeni oluşan edebiyat dünyasında Rus edebiyatının yeri kadarönemli zengin bir altyapı oluşturuyordu.Yazarın 1956’dan itibaren devam ettiği Moskova Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsü, onun engin yerel kültürünü evrensel boyuta nasıl taşı-yabileceğini öğrenmesine yardımcı oldu. Bu arada Moskova’nın kültür dünyasını da tanıma fırsatı buldu. Yazar bu yıllarını teorik çalışmalarla geçirdi.Bu yıllarda,edebi değerleri yükselmeye başlayan Yüz Yüze(1957),Cemile(1958),Selvi Boylum Al Yazmalım(1961),Deve gözü(1961) adlı eserlerin yazıldığını görüyoruz. Yazar 1952’de yazdığı Gazeteci Cyudo,Aşim gibiKırgız dergilerinde yayınlanan hikayelerinden çok daha ötelere gelmişti artık.Yüz Yüze,ve Cemile,Süpayçi ve Beyaz Yağmur,Rakipler ve Asma Köprü (Baydamtal Irmağı’nda), Selvi Boylum ve Deve Gözü gibi ikili hikaye grupları,benzer konu ve ilişkilerin anlatıldığı eserlerdir(1).Yüz Yüze’de asker kaçağı kocasını ihbar etmek zorunda kalan Seyde’nin trajedisini, I958’de yazılan Cemile’de farklı bir boyut ve ortamda görürüz. Cemile’nin kocası askerdedir. Onu sabırla bekler. Am Danyar girer dünyasına. Çok riskli ama “iyimser bir gelecek” ile karşılaşırız .Yeni bir dünya görüşü de yansıtılır bu arada.Ama yer yer eskiye yöneltilen eleştirilerin dozunun çok iyi ayarlandığını,geçmişin yok edilmeye çalışılmadığını dagörürüz.
Selvi Boylum ve Deve Gözü’nün benzerlik arzeden yapısı,o dönemYazar ve dramturglarında da görülen bir durumdur (Axjanov, lipatov, Marcinkivicius,Arbusov,Rosov gibi).Güçlü,karşı durmayı bilen, haklarını korumaya çalışan kahramanlar göze çarpar.Cemile ve Deve Gözü’nde felsefi boyutun gerçekçi bir şekilde eserlere yerleştirildiği görülür.Ciddi tesbitler vardır. Burada Cengiz Aytmatov’un yeni bir yol denediğini söyleyebiliriz.Felsefi unsurların verilişinde Rus edebiyatı ve Sovyet edebiyatının etkilerinden söz edilebilir.
Cemile’de geleneksel Kırgız edebiyatının tipleme anlayışı kullanılsaydı ,Kırgız efsanesi Olcabay ve Kisimcan’dan farklı bir şey göremezdik.Cemile ve Danyar’ın hiç istenmeden gelişen ilişkileri geleneksel yapıdan hayli uzak bir uslupla ele alınmıştı.Danyar’ın görüşleri ,derin duyguları Cemile’yi etkilemiştir.Danyar sadece düşünceli,savaşta sakatlanmış biri olarak değil,bir gücün temsilcisi olarak karşımızdadır.Danyar’ın Cemile’nin aklına düşürdüğü şey yönlendirme şeklinde vasıflandırılamaz. Onlar birbirleri içinkarar vermişlerdir.
Aytmatov,1956’da Sovyet yaazarlar Birliği üyesi olur.Moskova Edebiyat Enstitüsü’nde Maksim Gorki adlı incelemesini yazdı.Enstitüdeki diploma çalışması olan Cemile onun ilk zirvesiydi. !959’da Komunist Parti’ye üye oldu.Taşkent’te yapılan Asya-Afrika Yazarlar Konferansı’na katıldı. Kırgızistan Edebiyatı adlı yayın organında redaktörlük yaptı. Pravda’nın Kırgızistan masasında görev yaptı.Aytmatov, hikayelerinde(Uzun hikaye) okuyucusuyla doğrudan ilişki kurabileceği bir yapı peşindedir.Okuyucunun eserden etkilenmesini değilkatılmasını hedefler. İlk eserlerinden itibaren gelişen bu arayış her eserdeyeni bir formda karşımıza çıkar.Zamanla subjektif karakterlere de rastlarız.
Kişileştirme önceki eserlerden farklı bir hal almaya başlar.60’lı yıllardan itibaren Kırgız geleneklerine bağlılığı konusundaki bakışını netleştirirken ,bir yandan da Radlow’un 19.Yüzyıldaki çalışmalarından etkilenerek Kırgız kültürünün, epik ögelerini inceliyordu. Bu gücün kaynağına inmeye çalışıyordu.Manas ile ilgili çalışmalar yapıyor, yapılan çalışmaları izliyordu.
İşte yazarın bu dönemdeki ilk eseri İlk Öğretmenim(Öğretmen Duyşen)(1962)’dir.Kahramanlar olgunlaşmış,sistemle uyumlu idealist kişiler olmuştur .Ama Duyşen’in bir parça Er Manas tarafı olduğu da inkar edilemez.İlkÖğretmen hem teknik hem işleniş açısından önemli bir aşamadır.Bu özellik Daha eserin girişinde kendini gösterir.”……Biz gülüşerek çığlıklar atarak tepeye tırmanırken iki yana sallanan kavaklar ,serin gölgesiyle,tatlı hışırtılarıyla sanki bizlere “Hoş geldiniz”derlerdi. Biz baldırı çıplakların derdi kuş yuvalarıydı, birbirimizin omzuna basarak hemen kavaklara çıkardık.Ürken kuşlar sürü sürü tepemizde uçmaya başlarlardı .Fakat bize ne kuşlardan,onlar ne halleri varsa görsünler !Biz yükseldikçe yükselirdik dallara basa basa.Kimin daha gözüpek,becerikli olduğu o zaman anlaşılırdı.Derken kuş uçuşu yüksekliğinde ,büyülü bir değnekle dokunmuşçasına ,önümüzde şaşırtıcı bir Sesizlik ve ışık dünyası açılırdı….”(2).
Bu satırlarda eserin sonuna ve kavak ağaçlarına bağlanan müthiş bir kurgu ustalığı görürüz. Akıcılık ise başka bir değer.60’lı yıllarla başlayan bu yeni bakış pek çok yazar,yönetmen ve dramaturga da örnek teşkil ediyordu.Aytmatov’un 1963 yılında yazdığı Toprak Ana adlı eseri ona Lenin Ödülü’nü kazandırdı.1964 yılında Al Elma adlı hikayesini yazdı.1965 yılında Kırgız Sinemacılar Birliği Başkanı oldu. Aynı yıl Beyrut’taki, 1966’da Delhi’deki Asya Afrika Yazarlar Konferansı’na katıldı. Aynı yıl bir diğer önemli eseri olan Gülsarı’yı,Rusça olarak yazdı.
Gülsarı bir bakıma geçmişin muhasebesi gibidir.Yapılan hatalar,alınan mesafe bir bir sorgulanır.Gülsarı ile birlikte Tanabay’ın silinişi bir devri olanca hüznüyle gözler önüne serer. O yılların sıkıntıları geride kalmıştırama bu arada heyecan da kaybolmuştur. Eser o yıl çok sayıda eleştirmenin dikkatini çekti. Nesir dalında en iyi çalışma olduğu konusunda herkes hemfikirdi (3). Fakat muhasebe yapılırken yazarın açık tavır olması pek çok çevreyi rahatsız etti. Leonov, Belov gibi yazarların da eserlerinde geçmişe yönelik eleştirilerinde aynı keskin dili kullandıklarını görürüz.Aytmatov,zengin bir kültür geleneğinin,üretmeye elverişli yapısınınEdebiyat geleneğinin gelişmesinde çok önemli bir rolünün olduğunu eserleriyle ispat etti.Çünkü pek çok kişi geçmişin tamamiyle silinmesi gerektiğineinanıyordu. Yazarın 60’lı yıllarda kaleme aldığı eserleri bu ön yargılı görüşleri yok etmişti.Bu arada yazarın bu tavrı dolayısiyle sıkça takibata uğradığıda bilinmektedir.
1967’de Sovyet Yazarlar Birliği İdare Heyeti Üyeliğine seçildi.1968’deBüyük Sovyet Ödülünü aldı. Aynı yıl Kırgız Halk Edipleri adlı çalışması yayınlandı. 1970’te Beyaz Gemi,Askerin Oğlu,Oğulla Görüşme adlı eserleriMoskova’da yayınlandı.
70’li yıllarla birlikte yazarın geleneksel motif, efsane ve masallara yaklaşımı çok özel renkler kazanmaya başlar. “……..Efsane ve mitoslar üzerine düşünelim bir.Onlar halkın canlı hafızası,hayat tecrübesi, felsefesi, tarihidir.Maslımsı fantastik dünyaları önemli değerler taşır. Mesela Geyik Ana(Beyaz Gemi) bugünkü gerçeklerle bütünlük arzeder. ……….” (4).Yazar bu sözleriyle gerçekle masalın dünyasını nasıl birleştirdiğini ifade eder.Beyaz Gemi’de Orazkul ve Seydahmet bir tarafı, Mümin Dede ve Çocuk diğer tarafı temsil eder. Seydahmet ve Mümin Dede pasiflikleriylebirbirlerine yaklaşırlarken ,Çocuk ve Orazkul zıt kutupları temsil ederler.Yazar çocuğa bir”ad” bile vermez.Çünkü onu bütün çocukların temsilcisi olarak görür ve masal kahramanlarıyla özdeşleştirir. O, capacanlı birmasal kahramanıdır. Ama gerçektir de.Ölümü de son derece destansıdır.O-nun ölümü bir kurtuluş gibidir.Pek çok Rus eleştirmenin görüşlerinin aksine bu ölümde ve ölüm şeklinde bir karamsarlık yoktur.Orazkul’un yalnız kaldığında çocuğu olmayışının acısını yaşaması ayrıca enteresandır.O eserin kötüyü temsil edenlerindendir.Onun bu iç muhasebesi onu bir kahraman olmaya doğru götürür. Bu durumu Çocuk ve okuyucu bilir.Diğer tip ve kahramanların haberi yoktur.
Eserde iyiler ve kötüler masalsı bir işleyişle birbirinden ayrılırken edebi anlamda birer karakter olduklarını görürüz. Müthiş bir kurgulama ileOkuyucu masal ve gerçek arasında dolaştırılır. Ve okuyucu aynı zamandakatılımcı olduğu için gerçeğin veya masalın hangisi olduğunu ayırmaktagüçlük çeker.
Yazar geçmişte,din,felsefe,ilim adına insanların birbirine düşürüldüğünü ,bunun bugün de yarın da böyle olacağı görüşünü savunuyor.Edebiyatın bu noktadaki görevinin büyük olduğunu,insanlar arasında ortak dünyalar oluşmasına yardım ettiğini, edebiyatın öneminin her geçen gün daha da artğını vurgulamaktadır(5). “………..Nesrin iki tarzı var bugün. Biri spekulas-yonlara açık olan,diğeri ise gerçek nesirdir.Kalıcı bir eser için bilinen edebikaidelerin yanında sanatçı ruhu ve dürüst bir kişiliğe ihtiyaç vardır…..”(6).
Yazarın bu sınıflaması ,yazarın yazdığına inanmasının gerekliliğini en açıkşekliyle ifade etmektedir.Sanat dünyasındaki dejenerasyona yazar şu sözleriyle tepki gösterMektedir: “……Okuyucunun beklentisi,ilgisi de nesrin başka bir yönlendiri-cisi .Okuyucunun seviyesi yükseldikçe,sanatçı da kendini yenilemek,bir üstbasamağa geçmek durumundadır . Bugün batıda ekonomideki rekabete benzeyen sanat rekabeti, pornografiyi bile sanat sınıfına sokacak kadar tuhaflaşmıştır…..” ( 7). Aytmatov, yeni nesirle ilgili bir diğer gelişmeyi ,nesrin drama havasına bürünmesini, seviyenin yükselmesi olarak değerlendiriyor. Yazarın sıkça bir senarist veya yönetmen gibi davranması gerektiğini
savunur. Bunun da yaşamakla, uzun yaşamakla ilgili olduğunu, Ernest Hemingway’in “Büyük bir yazar olabilmek için uzun yaşamak gerekir”(şeklindeki sözlerini hatırlatarak savunmaktadır. Tabii ki burada uzun yaşamaktan, insanın değişmesinin takibi, karşılıklı etkileşimin önemi kastedilmektedir
Cengiz Aytmatov’un babası 1937 yılında Milli Kırgız Partisi sekreteriydi. Yazar,o günleri anlatan,babasının kuşağını işleyen , otobiyografik birçalışma yapmak istediğini bir kaç konuşmasında ifade etmiştir (9).Yazarkendi şeceresini şöyle dile getiriyor:”…….Baba adı Törekul, dede Aytmat, onun babası Kimbildi,onun babası Kuncuyok ….” (10).Gelenek ve göreneklerine gösterdiği sadakatın bir diğer belirtisi de kendi geçmişi ile ilgili bilgi sahibi olmasıdır.Atalarının mezarlarına,uzak akrabalarına,onların mesleklerine ve detaylı hayat hikayelerine kadar herşeyi bilmektedir.Baba Törekul Aytmatov,daha sonra mevcut partinin lağvedilmesiylebirlikte Komunist Parti’ye üye olur. Parti görevlisi olarak gönderildiği Moskova’da ihanet suçundan tutuklanır,ardından ölüme mahkum edilir.Ölümünden sonra yapılan araştırmada suçlu olmadığı kanaatine varılır.Ancak bu iadei itibar hadisesinden sonra aile tekrar Kırgızistan’a dönebilir. Orada ya-zar ve annesi halaları Karagözapa’nın evinde kalırlar. Bu yıllar aile için sonderece zorlu geçer.Aytmatov ailenin büyük çocuğuydu,pek çok sorumluluğu vardı.Güçlü bir kadın olan annesi onun yetişmesinde,edebiyatla tanışmasında çok etkili oldu.Ona hem Rus edebiyatını hem de Kırgız kültürünü öğretmeye çalıştı.Birkaç yıl burada kalındıktan sonra annesinin işi dolayısıyle Kirovskaya adlı bir Rus köyüne taşındılar.Yazar orada Rus okulunasinin de katkılarıyla hareketli bir gençlik yaşadı,gerek gittiği okullarda, gerekse kendi çabasıyla ciddi bir yetişme süreci geçirdi.Aytmatov,bilinen eserlerini kaleme almadan önce işe tercümeler yaparak başladı.ValentinKateev’den (1897-1986)Alay’ın Oğlu,Mikhail Bubenkov’dan (1909-1983) Huş Ağacı adlı eserleri Rusça’dan Kırgızca’ya çevirdi.Bu çalışmaların o dönem için önemi çok büyüktü(11).
Yazar,bir konuya son derece eğlenceli bir şekilde yaklaşılabileceğigibi,çok ciddi bir gerçekçilikle de aynı konunun ele alınabileceği görüşündedir.Bu arada esas olanın alt yapı ve uzun süren bir ön araştırma olduğunuda vurgular(12). Kendisinin savaşı, ilk gençlik yıllarında ve cephe gerisindede olsa yaşadığını,o yıllarda insanların heyecanla, bütün güçleriyle çalıştıklarını,hayatın insanlar üzerinde en zor şartları tecrübe ettiğini, yazarken hepbu hususları göz önünde bulundurduğunu söylemektedir(13). Pek çok eleştirmen de yazarın bu özelliğini vurgulamaktadır (14). Eserler gözden geçirildiğnde bu husus çok açık olarak da belli olmaktadır.
Mit ve efsanelerin eserin genel kurgusuyla başa baş, aynı özenle işlenmesi yazarın bir diğer üstünlüğüdür. Onları halkın hafızası, yazılmamıştarihi olarak görür. Felsefi yapıları kadar fiktif yapılarından da etkilendiğiaçıktır.Kırgız topraklarında sözlü edebiyat ürünleri derin bir geçmişe sahipolmasına rağmen ilk basılı edebi ürün Moldogazi Tokobayev’in Sessiz Kakay adlı tiyatro eseridir.Bunu Kasımali Bayalinov,Tugalbeg Sadıkbekov ve Mukay Elebayev’in eserleri izler.
Modern edebiyatta mitolojik öge ve efsanelerin kullanılışı çok yeni değildir.Thomas Mann,James Joyce,J.P.Sartre,Albert Camus’da da görürüz.Ama Aytmatov’un bu ögelerin toplumsal gerçekçi yaklaşımdaki en başarılıkullanıcısı olduğunu söyleyebiliriz(15).Yazar Türkçe ve onun tarihte kullanıldığı en hacimli eser olan Manas Destanı’na çok büyük önem vermektedir. “……Bundan bir süre önce uzun yıllarRusya’da sürdürülen bir çalışma tamamlandı. Bu çok hacimli bir Türkçesözlüktür. Yüzyıl önce Petersburg’da hazırlanmaya başlanan bu sözlük benim el kitabımdır.Sürekli ondan yararlanırım.Bu sözlük sayesinde Türk atalarımla konuşabiliyorum ……” (16). “…….Kırgız destanları beni çok etkiledi.Hala da etkiliyor.Her eserim bir ucundan bu destanlara dayanır.Manas Destanı bir milyon mısradan oluşur. Dört ciltlik bu destan yirmi yılda bir arayatoplanabilmiştir.Bu destanın özü insan duygularıdır. Tekrarlıyorum her ese-rim bu Kırgız destanlarına dayanır…..” (17). Yazar Kırgız edebiyatının kaynağını da eski sözlü gelenek,halk hikayeleri,özellikle de Manas Destanı olarak gösterir. İkinci kaynak olarak isemodern Sovyet edebiyatından söz eder.Bu sayede iki kaynaklı,geçmişle bugünü bir arada sürdüren bir edebiyata sahip olduklarını belirtir (18).Aytmatov,pek çok edebi sima üzerine çalışmalar yapmış,dikkate değer edebi araştırmalara imza atmıştır. Türk dili ve edebiyatı, halkbilimi,sosyoloji sahalarında eserler vermiştir(19).
1973 yılında ilk ve tek tiyatro eseri olan Fujiyama’yı Kazak dramaturg Kaltay Muhammedcanov ile birlikte yazdı. Yazarı da şaşırtan bir ilgigören eser pek çok dile çevrildi,bazı ülkelerde sahnelendi.Ayrıca Kırgızfilmtarafından sinemaya da uyarlandı.
1980’de yazarın hayatında eserleri açısından büyük bir birikim sonucu ortaya çıktığı anlaşılan Gün Uzar Yüzyıl Olur yayınlanır.Hikaye ve uzunhikayelerin ardından gelen bu roman başta Sovyetler olmak üzere bütün dünyada heyecanla karşılandı. Bu eserde aşağı yukarı on yıl öncesinden bugün olanlara dair ipuçları görürüz. O ana kadar rejime yapılan en yoğun eleştirilere burada rastlarız.Ama edebi tavizler olmadan bunun yapılabilmesi de ayrıca önemlidir.
Yazarın bu eserinin ardından uzunca bir süre için edebi çalışmaları-na ara verdiğini,politik konumuyla ilgili çalışmalar yöneldiğini görüyoruz.Sovyetler Birliği’ni ve Kırgızistan’ı ülke içi ve dışında defalarca temsil etti.1986 yılında yazarın öncülüğünde Kırgızistan’da gerçekleştirilen veolumlu(20) olumsuz(21) pek çok eleştiri alan Isık Göl Forumu düzenlendi.
Dünyanın doğusu ile batısını birleştirmeyi amaçlayan bu forum çok büyük bir uluslararası katılımla gerçekleştirildi. Yapılmak istenen şey tabii ki çok önemliydi ama dünyanın gidişatına çok uygun değildi. Sonraki yıl bu forum Peter Ustinov’un desteğiyle İsviçre’de yapıldı ama gereken ilgiyi görmedi.
Isık Göl Forumu’nda Cengiz Aytmatov’un Gün Uzar YüzyılOlur’dan daha hacimli bir eser olan Dişi Kurdun Rüyaları’nın ilk haberlerinin duyulduğunu görüyoruz.Bu eser yazarın Deniz Kıyısında Koşan Alaköpek’ten sonra Kırgız -Kazak dünyasından ikinci çıkışıdır. Romanın kahra-manı yeni bir Hristiyanlık anlayışının peşinde olan Abdias adlı bir Rus mis-
yonerdir.Tabiatın geleneğin temsilcisi ise dişi kurt Akbar’dır. Abdias’ın trajedisi ,esrar mafyası,çevre düşmanlığı,Akbar’ın sabır yüklü yolculuğu müthiş bir kurgu ile anlatılır.Bütün dünyada çok büyük ilgi gören eser,ülkemizde ilginin dağılmaya başladığı 1990 yılında Ötüken Yayınevi tarafından yayınlandı(22).I990 yılında Sovyetler Birliği’nin Lüksemburg büyükelçiliği görevinde bulunan yazar bir süre sonra birliğin dağılmasından sonra bütün yurtdışı temsilciliklerin Rusya’ya devriyle bir süre Rusya büyükelçisi sıfatıylagörev yapmak durumunda kalmıştır.Yazar 90’lı yıllarda edebi anlamda birkaç küçük ama önemli esere imza atmıştır.Cengiz Han’a Küsen Bulut ve Yıldırım Sesli Manasçı bunlar arasında sayılabilir. 90’lı yıllarda İlesam tarafından kendisine verilen ödülü al-almak ve İstanbul Sinema Günleri’nde adına düzenlenen günlere katılmak için ülkemizi ziyaret eden yazar çok büyük ilgi görmüştür.1970’lerdekiilk ziyaretinde ona ilgi gösterenler ile bu gelişlerinde yoğun ilgi gösterenlerin farklı olması da dünyada değişen bir şeyler olduğunun göstergesidir.60’lı yıllarda yazara yöneltilen eleştirilerin yorumu da ayrı bir çalışmaolabilecek niteliktedir(23).Bize göre her şeyi kendi dönemi, norm ve değerleri çerçevesinde değerlendirmek doğru olacaktır.Şu anda,21.Yüzyıldan geriye dönüp bakıldığında değişime uğramayan hiç bir şeyin kalmadığını görüyoruz. Bu anlamda geçmiş, birkaç söz ve olayla anlaşılamayacak yoğunluktadır.Lüksemburg’daki görevinin ardından Kırgızistan’a dönen yazar birsessizlik dönemi geçirdikten sonra tekrar aktif politik hayata dönmüş,halen Fransa’da Kırgızistan’ın Paris büyükelçisi olarak görev yapmaktadır.
9 Ekim 2007: 17:34 #41749TazmaniaÜyeCENGİZ DAĞCI(9 Mart 1920- )
Yazar, Kırım’ın Yalta şehrinin Kızıltaş köyünde doğdu. Çocukluğu kıtlık, yoksulluk, Rus emperyalizminin zulmü ve büyük baskılar altında geçti. İlköğrenimi köyünde ve Akmescit’te yaptı. aynı şehirde ortaokulu bitirdi (1938). Kırım Pedagoji Enstitüsü ikinci sınıfında iken İkinci Dünya Savaşı çıktı. 1941’de Ukrayna cephesinde Almanlara esir düştü. Almanların yenilmesi üzerine esir kampından kurtularak müttefik devletler safına sığındı. 1946’da Londra’ya yerleşti. Eserlerinde Kırım Türklerinin Rusların zulmü altındaki hayatını anlatır. Türk edebiyatının en güçlü yazarlarındandır. Hüzünlü bir üslûbu vardır.
ESERLERi:
YANSILAR I, II, III, IV, V
Cengiz Dağcı’nın hayatından, günlük tehassüs ve notlarından, Kırım’a, geçmişe olan hasretlerinden meydana gelmiş orijinal bir eser. Yansılar 2 ve Yansılar 3, Yansılar 4, Yansılar 5 olmak üzere, eser halen beş cild olmuştur.
BEN VE iÇiMDEKi BEN (YANSILAR’ DAN KALANLAR)
Yansılar 1-2-3-4 diye devam eden eserlerinin sonuncudur.
KORKUNÇ YILLAR
İkinci Dünya Salvaşı’nda bir Kırım Türkü’nün başından geçenleri anlatır.
YURDUNU KAYBEDEN ADAM
Cengiz Dağcı serisinin bir başka romanı.
ONLAR DA iNSANDI
Kırım, Kırım’daki sosyal, hayat, Sovyet idaresinin muhtelif safhalarıyla ve sürgünle ilgili gözlem, hatıra ve çilelerin romanı.
O TOPRAK BİZİMDİ
Kırım’ın İkinci Dünya Savaşı sırasında Sovyet idaresi altındaki çaresizliğinin hikayesi.
ANNEME MEKTUPLAR
Kırım’da birbirine saf bir aşkla bağlanan iki gencin çocukluk ve yetişme çağlarını, Kırım’ın tabii çerçevesinde ele alıp işleyen bir roman.
ÖLÜM VE KORKU GÜNLERi
İkinci Dünya Savaşı’nda Alman işgali altındaki Polonya… Millî ayaklanma ve bunun kanla bastırılışı… Bu şartlar altında Varşova’da yaşanmış bir insanlık dramı…
BADEM DALINA ASILI BEBEKLER
Yazar bu romanında da Kırım’a ve Kırım’daki çocukluk günlerinin saf ve canlı hayatına dalıyor.
YOLDAŞLAR
Cengiz Dağcı’nın İkinci Dünya Savaşını anlatan romanı.
BiZ BERABER GEÇTiK BU YOLU
Cengiz Dağcı’nın bir başka romanı.
9 Ekim 2007: 17:35 #41750TazmaniaÜyeDiLAVER CEBECi
Edebiyatımızda 27 senedenberi Seyyâh-ı Fakîr Evliyâ Çelebi müstear adı ile yer alan ve yeni bir mizahi tarzın öncüsü olan, Dilâver Cebeci 1943 Kelkit doğumludur. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi 1970 mezunu. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde master ve doktora yaptı. Çeşitli liselerde ve enstitülerde öğretmen olarak çalıştı. Halen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde öğretim üyesi. Evli, 2 çocuk sahibi. İstanbul’da oturuyor.Çok yönlü bir sanatçı olan Cebeci’nin, Hun Aşkı (Şiir, 1973), Mavi Türkü (Mensure, 1983), Devranname (Mizah, 1984), Şafağa Çekilenler (Şiir, 1984), Büyü (Oyun, 1984), … Ve Sığınırım İçime (Şiir, 1992), Kandehar Dağlarında Sabah Namazı (Kaset, 1993), Sitâre (Şiir, 1997), Tanzimat ve Türk Ailesi (İlmî Araştırma, 1993), Seyrânnâme (Mizah, 1997) gibi eserleri neşredildi.
ESERLERi:
SEYRANNAME
Evliyâ Çelebi dilimizin ve kültürümüzün mizahla renklenmiş en canlı simasıdır ve 17. yüzyıldan beri güler yüzlü üslûbun timsalidir. O’nun üçyüz yıldır yaktığı meşaleyi Seyyah-ı Fakîr Evliyâ Çelebi de otuz yıldan beridir aktüel hayatımıza tuttuğu ışıkla canlandırmaktadır. Aralarındaki fark Osmanlı ve Cumhuriyet farkıdır. Yoksa bakış tarzı, dili, mantığı ve dünya görüşüyle hemen hemen aynıdır. Otuz yıldan beri Türk toplumunda cereyan eden sosyal, siyasal, ve kültürel hadiseleri farklı bir Osmanlı bakışıyla yorumlayarak mizah edebiyatımıza yeni bir tarz kazandıran Seyyah-ı Fakîr Evliyâ Çelebi, Devrannâme (1986) adlı ilk kitabından sonraki yazdıklarını bir araya getiren Seyrânnâme ile okuyucusunun önüne yeniden geliyor. Çeşitli dergi ve gazetelerde yayınlandığında büyük alâka gören yeni seyahatnâme parçaları, bu türe ilgi duyanların zevkle okuyabileceği metinlerdir.Bu kitaptaki yazılar, son on yıl içindeki Türk toplumunda vuku bulan çeşitli olayların bir Osmanlı çelebisi gözüyle yapılmış mizâhî ve tasviri yorumudur. Hatta bir dönemin mizâhî belgeleri olarak da nitelendirmek mümkündür. Okurken gülecek, düşünecek ve elinizden bırakamayacaksınız inancındayız.
SİTARE
Sitâre… Dilâver Cebeci’nin bu unutulmaz şiiri için hep birşeyler söylemek gelmiştir içimden. Çünkü onu bir şiir şöleninde, kendi sesinden ilk defa dinlediğim zaman mest olmuş, şâir bir kalbin, beden hücre hücre yaşlansa bile, hiçbir zaman yaşlanmayacağını bir kez daha bütün çarpıcılığı ile hissetmiştim. Maddenin değişik şekillerde hâkimiyetini kurduğu, pek çok insanda görüntü bağımlılığı meydana getirdiği bir çağda, içine sığınan bir şâirin, Kandehar Dağları’nda yeşeren çiçeklerin kokusunu ruhumuza taşıdıktan sonra, bizi göklere, sitâreye götürmesi öylesine güzel ki! Ey okuyucu! Ey şiirin toplar damarı, candamarı! Sitâre’yi damla damla akıt kalbine. Akıt ki kalbin, beyaz bir güvercin gibi kanatlansın şiirin mavi göklerine. Senin de pırıl pırıl bir sitâren olsun karanlıkta ışıldayan! Senin de yaşlanmayan bir kalbin olsun. Cebeci’yi, sitâreyi ve seni bütün ruhumla selamlıyorum.
9 Ekim 2007: 17:36 #41751TazmaniaÜyeD.MEHMET DOĞAN
yazar
Ankara/Kalecik’te doğdu (1947). SBF Basın ve Yayın Yüksek Okulu’ndan 1972 yılında mezun oldu. Türk Tarih Kurumu Yeni Türkiye Araştırma Merkezi’nde (1972-1974), Dergâh Yayınları’nda (1975-1977), TRT Kurumu’nda (1977-1978) çalıştı. Türkiye Yazarlar Birliği’nin kuruluş çalışmalarını yürüttü ve Birlik Yayınları’nı kurdu. 1980’de Kültür Bakanlığı Sinema Dairesi’nde sözleşmeli film yapımcısı ve senaryo yazarı olarak çalışmaya başladı. Film Denetleme Kurulu üyeliği yaptı. Zaman gazetesinin yayın kurulunda yer aldı ve bu gazetede “Kimlik” başlığı altında günlük yazılar yazdı (1986-1987), Yörünge dergisinde haftalık yazılar yazdı (1991-1992). Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde yazarlık dersleri verdi (1991-1993). Vakit (Akit) gazetesinde günlük yazılar yazdı (1994-1996) ve Birlik Medya A.Ş.’nin Genel müdürlüğünü yaptı (1994-1996). TBMM tarafından Radyo ve Televizyon Üst Kurulu üyeliğine seçildi (1996). Hareket, Türk Edebiyatı, Mavera, İslâm, İlim ve Sanat, İzlenim ve Nehir dergilerinde yazdı. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi ve Türk Aile Ansiklopedisi’nin yayınını yönetti. Türkiye Yazarlar Birliği Vakfı ve Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı’nın kurucularından olan Doğan, uzun süre Türkiye Yazarlar Birliği’nin genel başkanlığını yürüttü (1978-1996). Halen RTÜK üyesi olarak görev yapmaktadır.
ESERLERİ:Batılılaşma İhaneti,Türkistan, Türkiye Gergefinde İran, Darbeler Müdahaleler ve Siyasi Sistem, Camideki Şair:Mehmet Akif, Halka Karşı Demokrasi, Tarih ve Toplum.
9 Ekim 2007: 17:37 #41752TazmaniaÜyeDURALi YILMAZ
1948’de Acıpayam’da Köke Köyü’nde doğdu. İlköğrenimini burada yaptıktan sonra orta ve lise öğrenimini Burdur’da, yükseköğrenimi İstanbul’da tamamladı. Yeni Türk Edebiyatı sahasında Doktora yaptı. Aynı sahada Doçent, 1993’te Profesör oldu.1988’de İstanbul Üniversitesi, İletişim Fakültesi’nde Doçent olarak göreve başlayan Yılmaz, burada Tanıtım ve Halkla İlişkiler Bölüm Başkanlığı yaptı. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde de Müdür Yardımcılığı görevini yürüttü. Harp Akademileri’nde basın ve halkla ilişkiler dersleri verdi. Halkla İlişkiler, Gazetecilik ve Radyo-TV Anabilim Dallarında Mastır ve Doktora tezleri yaptırdı. 1995’te Muğla Üniversitesi’ne gelerek buradaki Fen-Edebiyat Fakültesi’nin Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümünün kuruluşunu tamamladı. Halen Muğla Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı oldu. 1999’da emekliye ayrılarak özel bir üniversitede görev aldı. 1965’te henüz ortaokul öğrencisiyken Burdur’un Sesi aldı mahalli gazetede ilk kez yayınladığı çalışmalarını daha sonra Diriliş, Hisar, Hareket, Büyük Doğu gibi dergilerde sürdürdü. Gazetelerde sanat sayfaları düzenledi ve köşe yazarlığı yaptı. Türkiye Millî Kültür Vakfı, KASD, DEN-BİR ödüllerini alan Yılmaz’ın eserleri hakkında yerli ve yabancı basında çok sayıda değerlendirme yazıları yayınlanmıştır.İnceleme ve Deneme: Romanımız ve İnsanımız, 1976; Roman Kavramı ve Türk Romanının Doğuşu, 1990; Türkçe ve Kompozisyon, 1990; Roman Sanatı ve Toplum, 1996. Hikâye; Söylenmeyen, 1975; Gel İçimde Ağla, 1985; Akrebin Dansı, 1989. Roman: Siyah Perdeli Evler, 1975; Savaş Günlüğü, 1976; Ankara’da Ölüm, 1976; Aziz Sofi, 1976; Fetva Yokuşu, 1978; Çilekeş Müslümanlar, 1982; Ölmeden Ölenler, 1988; Yesevî Irmakları, 1995. Çeviri, Sadeleştirme ve Uyarlama; Hüseyin Fellah (Ahmet Mithat’dan), 1981; Hay bin Yakzan (İbnu Tufeyıl’den çocuklar için uyarlama), 1977; Marifetname (Erzurumlu İbrahim Hakkı’dan), 1981, Senaryo: Sevgiyi Öğrenen Adam, O. Pekmezoğlu tarafından filme alındı, TV-2’de 5-12 Ekim 1987’de gösterildi.
ESERLERi:
DANSEDEBİLMEK
Durali Yılmaz’ın muhtelif hikâyelerinden oluşan bu eser, 1968’den günümüze insanımızın ve toplumumuzun serüvenini gözler önüne sermektedir. Özellikle Anadolu’dan büyük şehirlere gelen ve kendi gelenekleriyle büyük şehrin şaşırtıcı havası arasında kalakalan insanımızın tereddütleri, ayrıntılarıyla ortaya konulmaktadır.Özetle, bu hikâyelerde, efsanelerimizle, inançlarımızla, sevinçlerimizle, üzüntülerimizle, umutlarımızla biz varız. Bu hikâyelerden aynı zamanda 1968’den bu yana edebiyatımızı etkileyen akımları da genel çizgileriyle görmek mümkündür.
YESEVİ IRMAKLARI
Bu eser, Ahmet Yesevî’den Sarı Saltık’a, Hacı Bektaş’a, Yunus’a, Mevlânâ’ya onlardan da günümüze uzanan bir çağdaş destandır. Cengiz ordularının ardınca Ortaasya’dan Anadolu’ya ve Rumeli’ye yürüyen maneviyat ordularını bizim hayatımıza getirmektedir.Bu çağdaş destanda mekân, Moğolistan’dan Anadolu’ya ve ötesine uzanan bütün Türk illeri; zaman, bütün Türk çağları…Tarım ırmağı, Onan ırmağı, Seyhun ve Ceyhun; Dicle, Fırat ve Sakarya… bütün ırmaklar Ahmet Yesevî’den bir katre abıhayat içmiş: Ve “Yesevî Irmakları” ölümsüz Türk destanlarından 20. yüzyıla düşen bir mısra…
ROMAN SANATI VE TOPLUM
Roman, çağımızın önde gelen sanatlarındandır. Sinemanın büyük atılımı ve ardından televizyonun yaygınlaşması, “Roman ölüyor mu? Roman ölüm döşeğinde”, gibi sözlere yol açmışsa da, roman, yine de serpilip gelişerek yoluna devam etmiştir. Sınıflar arasındaki çatışmalar arttıkça, toplumların dengesi bozuldukça roman, gözde sanat olma niteliğini korumuştur. Bu arada sinema ve televizyona da kaynaklık etme görevini sürdürmüştür. Romanın son yıllardaki atılımı ise gerçekten baş döndürücü olmuş; yayımlanan romanları izleme imkânı bile kalmamıştır. Neredeyse Pappini’nin sözünü ettiği “Roman Fabrikası” kurulmak üzere.Fabrikasyon diyebileceğimiz “çok satan” maceraya dayalı yüzeysel romanların, hemen hemen bütün kitapçı vitrinlerini tuttuğu günümüzde, çağı sorgulayan, sanat değeri ve derinliği olan romanlar da çıkmıyor değil. Bu tür romanlar, az satılsalar ve az okunsalar da yine insanlığa yeni mesajlar verebilen, insan olarak bizim kim olduğumuzu ve nerede durduğumuzu hatırlatan eserler olma işlevini yerine getirmektedir. Soy sanatçıların ortaya koyduğu romanlar yalnız günümüzü değil, yarınımızı da aydınlatmaktadır.
KIYAM
1240 yılına gelindiğinde, Anadolu’da sıkıntı doruğa çıkmıştı. Moğalların önünde kaçan Türkmenler, Anadolu’ya yığılmış; Selçuklu tahtında oturan genç ve tecrübesiz Sultan Gıyasettin, kendi eğlence dünyasına dalmış, devletin aslî unsuru Türkmenler, adeta dışlanmıştı. İşte bu hengâmede herbiri efsaneleşmiş bir eren olan Türkmen Babaları, bir teselli kaynağı, bir umut ışığı olarak görünmüştü insanların gözüne.Sonunda 1240 yılı sonbaharında, Baba İlyas’ın halifesi Baba İshak’ın önderliğinde Türkmenler, saraya karşı ayaklanmışlardı. Sarayın gönderdiği kuvvetlerin üst üste yenilgiye uğramaları, Türkmen Babalarını iyiden iyiye efsaneleştirmişti. Müslüman askerlerin Türkmen Babalarına sempatiyle bakmaya başlamaları üzerine Saray, paralı Hıristiyan askerlerini, Babailer üzerine göndermişti. Malya ovasındaki savaşı bir taktik hatası sonucu kaybeden Türkmenler, çoluk çocuk, kadın kız toptan kılıçtan geçirilmişlerdi.İşte bu roman, Anadolu Türk tarihinin en önemli dönüm noktalarından biri olan Babailer ayaklanmasını anlatıyor. Herkesin farklı bir açıdan ve kendi dünya görüşüne göre ele aldığı bu olay, burada çok farklı bir açıdan ele alınıyor. Baba İlyas, Baba İshak ve Hacı Bektaş yaşadıkları olayları bizzat kendi ağızlarından anlatırlarken, Baba İlyas’ın torunu Elvan Çelebi de, bu olayı konu alan “Menâkıb-ı Kudsiyye”sini niçin yazdığını açıklıyor.Bu romanda, geçmişin aydınlatılmasından daha çok geleceğe düşen bir ışık bulacaksınız.
9 Ekim 2007: 17:38 #41753TazmaniaÜyeDURSUN BEY
Yazar-Tarihçi
Tarihçi, defterdar, akıncı beyidir.Bursa’da doğdu.Asıl adı Tur’i Sina’dır. Tursun Bey de denilmektedir.Fatih zamanı komutanlarından Ceb Ali’nin oğlu, Karıştıran Süleyman Paşa’nın kayınbiraderidir.Medrese öğrenimi gördü. Uzun yıllar Fatih Sultan Mehmed’in hizmetinde bulundu. 1453 yılında İstanbul’un alınışında Fatih Sultan Mehmed’in yanında idi. Fatih Ayasofya’ya girdiğinde beraberinde olanlar arasında bulundu.İstanbul’un ev ve dükkânlarının sayım ve tesbiti işlerinde çalıştı.Belgrad kuşatmasında bir nevi vakanüvislik görevi yaptı.Mahmud Paşa’nın 1458 yılında Sırbistan Seferinde Akıncı Beyi olarak savaştı.1461 yılında Trabzon seferinde divan kâtipliğinde bulundu.Anadolu Defterdarı, Anadolu Detterdarlığı kethüdası ve Başdefterdarı oldu.1499-1508 yılları arasında vefat etti.
Kaynak:Osmanlı Tarihi Yazarları M.Orhan Bayrak İstanbul 1982
- YazarYazılar
- Bu konuyu yanıtlamak için giriş yapmış olmalısınız.